‘Choi Han sabahın erken saatlerinde şehir girişinden kovulacak.’
Tüm sevdiklerini gömdükten sonra Choi Han hatırladığı kadarıyla köylülerden duyduğu yöne doğru ilerlemeye başlamıştı. Western şehrine gidiyordu.
Choi Han, lise birinci sınıfta iken bu dünyaya ışınlanmıştı, ama aslında burada onlarca yıldır yaşıyordu. Elbette, hayatının çoğunu Karanlıklar Ormanı’nda hayatta kalmaya çalışmakla geçirdiği gerçeği, onu biraz hırpani bir şekilde olgunlaştırmıştı ve bu nedenle, önceki gece yaşadığı öyle bir olaydan sonra bile kimsenin beklemeyeceği şekilde mantıklı davranıyordu.
‘Bunu kalenin lorduna bildirmem gerekiyor.’ diye düşünüyordu.
Harris Köyü uzak bir köy olabilirdi, ama yine de Kont Henituse’un yetkisi altındaydı. Bu yüzden Choi Han, köylüler için en azından küçük bir cenaze töreni hazırlamayı umarak Western şehrine gitmek istemişti.
Ayrıca, sakinliğini kaybedip öldürdüğü için onlara soru soramadığı suikastçılar hakkında ipucu toplamayı planlıyordu. Ancak ölüleri doğru bir şekilde öbür tarafa göndermek intikamdan önce geliyordu.
‘Düşününce, gerçekten şefkatli biri.’
Yine de Karanlıklar Ormanı’nda harcadığı onlarca yıl sonra ona sevgisini gösteren ilk insanları bir kerede kaybetmek, Choi Han’ın zihninin çarpık olmamasını imkânsız hale getirmişti. Romanda, Cale’in Choi Han’la uğraşıp onun sinirlerine dokunduğu zaman işte tam da bu zamandı. Romandaki Cale’in Choi Han’a söylediklerini hatırladı.
[“Babam neden işe yaramaz birkaç köylünün ölmesini umursasın? Elimdeki bu içki, sizin yararsız hayatlarınızın toplamından daha değerli.”]
Choi Han, Cale’in sözlerine cevap verirken gülmeye başlar.
[“Ne kadar da ilginç bir düşünce. Fikrinizi değiştirip değiştirmeyeceğinizi çok merak ediyorum.”]
[“Test edelim mi?”]
Bu test, Cale’i neredeyse ölesiye kadar dövmekti. Şaşırtıcı olan şey, Cale’in canı çıkana kadar dövüldükten sonra bile fikrini değiştirmemesiydi.
“Ah, bir an ürperdim…”
Tüylerinin diken diken olduğunu gören Cale kolunu ovuşturmaya başladı. Billos’un kendisine getirdiği çaydan çabucak bir yudum aldı. Daha sonra, pencereden bir kez daha baktı ve ürpermesi de tekrar geri geldi.
‘Bu o serseri.’
Sabah giriş kapıları açıldığı anda, her yeri siyah lekelerle kaplı giysiler giyen genç bir adam, elbiseleri bir sürü farklı yerden yanmış gibi görünüyordu, şehir girişine yaklaştı. Bu kişi Choi Han’dı.
Cale, Choi Han’ı gözlemlerken koltuğundan kalkmadı.
Hızı takdire şayandı, çünkü bir deli gibi koştuğu için normalde bir vagonun bir haftada gitmesi gereken bir mesafeyi bir günde kat etmişti ama sonuç olarak her tarafı dağılmış gibi görünüyordu. Tabii ki, dağınık görünümünden köydeki olaylar da sorumluydu.
Muhafız, tamamen bitkin görünümlü, başını öne eğip içeri girmeye çalışan Choi Han’ın yolunu kapattı. Cale ne dediklerini bilmiyordu ama gardiyanın sorusu üzerine Choi Han’ın başını salladığını görebiliyordu.
“Eminim kimliği olup olmadığını soruyorlardır.”
Western şehrinin gardiyanları genellikle nazikti, ancak kurallara gelince katı davranırdılar. Kont Deruth’un kişiliğine bire bir uygun hareket ediyordular.
“İşte, dışarı attılar.”
Beklendiği gibi, Choi Han kapıdan çıktı. Tartışmaya bile çalışmadı. Bir gün boyunca sürekli koştuktan sonra, hafifçe toparlanan vicdanı büyük ihtimalle ona masum bir adamı öldürmemesini gerektiğini söylüyordu.
‘Choi Han, içeri girmek için şehir duvarının üzerinden gizlice atlamadan önce geceye kadar bekleyecek.’
Daha sonra içki içmekle meşgul olan Cale ile karşılaşır.
Cale üçüncü katta tamamen yalnız olduğu için, ayağa kalkarken itilen sandalyenin sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Aşağı indi ve tezgâhtaki Billos’a haber verdi.
“Yakında döneceğim. Yerimi muhafaza et.”
“Elbette, genç efendi. Dönüşünüzü dört gözle bekliyorum. ”
Cale, çay dükkânından çıkarken Billos’un tombul yüzündeki gülümsemeyi görmezden geldi.
“Hiçbir şeyi kırmadı!”
Cale dükkânın içinden birinin şok olmuş sesini duyabiliyordu ama umursamadı. Bugün Kırılmaz Kalkanı kazanmak için temel atması gerekiyordu.
Kırılmaz Kalkan.
Fiziksel bir maddeden bahsedemezdik. En iyi karşılaştırmayla bir büyücünün mana* kalkanı diyebilirdik. Aslında fiziksel bir formu olmayan bir şeydi. Ancak, süper güce sihirden daha yakın olduğu için mana kalkanından çok daha farklıydı.
İşin garibi, bu gücü yaratan, ancak ölmek üzere olan kişinin, tanrıya hizmet eden ama aforoz edilen biri olmasıydı.
‘Bu romanda her türden tuhaf şey var.’
Herhangi bir fantezi dünyasının tarihinde olduğu gibi, bu dünyanın da eski bir tarihi vardı. Bu kadim dönemde ne sihir ne de silah geliştirilmişti.
Bunun yerine, doğaüstü olaylardan toplanan, kendi doğuştan gelen yeteneğinizin veya yeteneklerinizin çok önemli roller oynadığı bir toplumdu. Bu toplumdaki en güçlü güçler, süper güçler, ilahi güçler ve doğal güçlerdi. Çok ilkel bir zamandı.
Bu güçlerden bazıları, şimdiye kadar, belirli yerlerde veya eşyalarda gizli kalmaya devam etmişti. Doğru koşulları yerine getirirseniz bu güçleri kendiniz almanız mümkündü.
Kadim güçler.
Romandaki kahramanlar bu güçleri bulacaktı, ancak bu güçlerin tümü, bir kahramanın dayanak noktası olarak kullanılacak kadar güçlü olmayan destekleyici güçlerdi. Bunlar bir kahraman için yararsız güçlerdi.
İşte bunlar, Cale’in bulmak istediği güçlerdi.
“İlahi güçler olmasın da ne olursa olsun.”
İster tanrı, ister melekler, isterse şeytanlar olsun, Cale hiçbirine bulaşmak istemiyordu.
Bu yüzden Cale, insanların doğal olarak geliştirdiği veya doğadan gelen güçleri arıyordu.
‘Böylece, herhangi bir çaba sarf etmeme gerek olmadığından emin olmuş olacağım.’
Onun aradığı güç türleri bunlardı. Kılıç sanatı veya sihir gibi bir şey, pratik yapmak için çaba göstermeyi gerektirirdi. Böyle bir şeyle uğraşmak istemiyordu.
Diğer kitapların aksine, [Bir Kahramanın Doğuşu] romanındaki eski uygarlık o kadar güçlü değildi.
Medeniyet geliştikçe, geliştirilen sihir ve çağırma becerileri, eski medeniyetin geride bıraktığı doğal güçleri gölgede bırakmıştı. Süper güçler de aynı şekildeydi. Çoğu süper güç, günümüzde kullanılan “Aura” nın tek bir vuruşuyla uçup gidecek özellikteydi.
Kahramanlar bu güçleri sebepsiz yere idareli kullanmıyordu.
“Ve zaten benim amacım, bu süper güçleri yeterli derecede güçlü olmak için toplamak.”
Tatmin edici bir hedefti. Özellikle de bu süper güçlerin kuvvetini yükseltecek kadim gücü bildiği için.
Cale, planındaki ilk adımı atmak için Western şehrinde saklı olan kadim gücü aramaya başladı. Bu gücü kazanmak için ne yapması gerektiğini biliyordu.
“Merhaba, genç efendi. Hoş geldiniz.”
Cale, kafası neredeyse yere değecek kadar eğilen fırıncıya doğru selamlarcasına başını salladı. Fırıncının nefesinin kesildiğini duyabiliyordu ama bunu duymamış gibi yaptı. Çöp olarak bilinmesinin bu fırıncıyı bu kadar korkutmasına üzülmüştü.
“Bana biraz ekmek ver.”
“Affedersiniz?”
Cale fırındaki tüm ekmekleri işaret etti ve karşılık verdi.
“Buradan oraya kadar her şey.”
Çink. Cale’in çıkardığı altın para tezgâhın üzerinde dönmeye başladı.
“Hepsini paketle.”
Cale konuşmaya devam ederken fırıncı yerinde donmuş gibiydi.
“Bir haftalık ekmek için iki veya üç altın daha yeter, değil mi?”
Fırıncının altın madeni paraya bakan bakışları Cale’e kaydı. Ekmek için bu para çok fazlaydı. Cale fırıncının titreyen gözlerine metanetle cevap verdi.
“Sen istemezsen başka bir yere gidebilirim.”
“Hayır, öyle değil! Genç efendi! Mümkün olduğunca çabuk paketleyeceğim!”
Fırıncı hızla hareket ederken öncekinden farklı bir nedenle son derece saygılıydı. Birkaç dakika sonra Cale, omzunda bir çuval ekmekle fırından çıktı.
Çuvalda sadece ekmek olmasına rağmen oldukça ağırdı. Ağırlık, Cale’in kaşlarını çatmaya başlamasına neden oldu ve caddeye adım atarken onun çıkmasını izleyen fırıncıyı görmezden geldi.
Cale yavaş yavaş caddede yürüdü ve onunla göz teması kuran herkesin hızla dönüp uzaklaştığını fark etti. Hatta insanların çoğu, onunla göz teması bile kurmak istemediği için kaçıyordu.
‘Gerçekten de Kore’den farklı. Burası gerçekten bir fantezi dünyası.’
Cale, tipik fantezi dünyası hissi veren bu pazarda dolaşırken etrafına baktı.
“Mm.”
“Mmph.”
Herhangi bir esnafla her göz teması kurduğunda, şok oluyordular ve bakışlarından kaçıyordular. Cık cık. Cale geçmişte gerçekten çöp unvanına yakışır şekilde yaşamış olmalı. Cale, pazarın önünden, Western şehrinin batı kısmına doğru yürürken kendisi hakkında atıp tutuyordu.
Kenar mahalleler batıda yer almaktaydı. Bir bölge ne kadar zengin olursa olsun, her zaman fakir insanlar olacaktı. Böyle bir durumda, çoğu insan muhtemelen bu çizgide bir yer olmasını beklerdi.
‘Ah, fakirlerle yiyecek paylaşarak kazanabileceğiniz önemli güç.’
Böyle düşünebilirdiniz ama maalesef aslı bu değildi.
Cale kenar mahallelere girer girmez insanların ona baktığını hissedebiliyordu. Burası hem en tembel hem de en gaddar insanların bir arada yaşadığı yerdi.
Fakirler, lordları, kontun yüzünü bilmeseler de, Cale’in yüzünü biliyorlardı. Cale’in hiçbir şeyi olmayan ve pazarda, meyhanede, meydanda kargaşa çıkaracak bu insanlara, daha da dikkat etmesi ve tetikte olması gerekiyordu fakat elbette etraftakilerin tepkilerden anlaşılıyordu ki Cale önceden muhtemelen orada da bir kargaşaya neden olmuştu.
Tsk.
Yine de Cale hakkındaki tüm bu hikâyeleri bilmelerine ve görmelerine rağmen, Cale’in çantasındaki ekmeğin tatlı kokusuna karşı koyamıyordular. Cale, yürümeye devam ederken tüm bu bakışları görmezden geldi.
Pahalı deri ayakkabısının ucu çamurlu sudan kirlenmeye başladı. Bilinmeyen pis bir koku da Cale’in burnunu doldurdu ve doğal olarak kaşlarını çatmaya başlamasına neden oldu.
Bu onun daha da hızlı yürümesini sağladı. Kenar mahalleler küçük bir tepenin yanındaydı ve gecekondu tipi evlerden oluşuyordu. Cale o tepenin zirvesine doğru ilerliyordu. Yaklaştıkça onu takip edenlerin bakışları ve adımları da azalmaya başladı. Cale’in keskin bakışları da bunda muhtemelen rol oynamıştı.
‘Böylesi daha iyi.’
Kokudan kurtulduktan sonra, Cale tepenin zirvesinde durdu ve Western şehrine bakmak için döndü. Elbette bu tepe, kontun arazisi kadar yüksekte değildi. Bölgenin efendisinin o gecekondu mahallelerinden daha alçak bir yerde yaşamasına izin vermelerinin hiçbir yolu yoktu.
Cale her yanı çitlerle çevrili bir ağaca doğru ilerlerken dikkatini tekrar topladı. Cale’in gövdesi genişliğindeki kalaslardan yapılmış çitin çürümüş bir girişi vardı. Cale çiti ittiğinde kolayca kırıldı.
Bu büyük ağaç, yüzlerce yıl yaşamış gibiydi. Kenar mahallelerdeki ağaçlar genellikle yakacak odun haline getirilirdi veya katmanları onu işe yaramaz hale getirinceye dek soyulurdu, ancak bu ağaç öyle değildi.
Nedeni basitti. Nedenini Cale kulağında duyulabiliyordu. Arkasındaki bu ikili, kenar mahallelerin sonuna kadar onu takip eden tek kişilerdi.
“O ağ-ağaca yaklaşamazsın!”
Cale bu uyarıyı görmezden geldi. Başka bir endişeli ses daha duydu.
“Oraya gidemezsin! O insan yiyen ağaç!”
İnsan yiyen bir ağaç. Kendini bu ağaca asan herkes bir gecede mumya olmuştu. Üstelik bu ağaca düşen kan anında yok oluyordu.
Son olarak, bu ağacın etrafında sadece toprak vardı. Otlar ve hatta yabani otlar hiçbir yerde görünmüyordu.
Cale’in aradığı ağaç buydu.
Uzun zaman önce, eski zamanlarda, yemeği o kadar çok seven biri vardı ki, manastırda gösterdiği oburluğu onu oradan kovdurmuştu. O kişi burada açlıktan ölmüştü.
Bu ağacın onun vücudunun üzerinde büyüdüğü söyleniyordu ve o kişinin hem kini hem de gücü bu ağaçta idi. Cale’in aradığı Kırılmaz Kalkan buradaydı.
Bu ne kadar ilkel, gizemli ve tuhaftı! Kadim güçlerin çoğu böyle gizemliydi.
Cale çantadan bir ekmek çıkardı ve dikkatle bir yetişkinin kafası büyüklüğündeki deliği inceledi. İşine başlamadan önce o seslerin sahiplerini göndermesi gerekiyordu. Ancak, Cale bir şey söyleyemeden, çömeldiğinden dolayı artık Cale’i çitin dışından göremedikleri için bu sefer ses daha da yükseldi. Ses aynı zamanda biraz da titrekti.
“Öleceksin! Yapma! “
Cale parmaklarını şakaklarına bastırdı.
“Ahhh…”
Tepedeki insan yiyen ağaca yaklaştıkça onu takip edenlerin sayısı azalmıştı, ancak bu seslerin sahipleri onu takip etmeye devam etmişti.
‘Nereye giderseniz gidin her zaman meraklı serseriler vardır.’
Cale başını çevirirken kaşlarını çattı. Bunu yaptığında, ona bakarken küçük erkek kardeşinin elini tutan yaklaşık 10 yaşında gibi görünen bir kız fark etti. Gözleri endişeyle doluydu.
Cale’in kaşlarını çattığını ve ona baktığını gören genç kız, sözlerini söylerken kekeledi ve mırıldanmaya başladı.
“Bu insan yiyen bir ağaç. Ö-öl-öleceksin.”
“Ölmeyeceğim.”
Cale çuvaldan iki ekmek çıkarıp küçük kıza doğru fırlattı. Yerde yuvarlanıp yuvarlanmaması önemli değildi çünkü hepsi ayrı ayrı sarılmıştı.
“Bunları alın ve kaybolun.”
Küçük oğlan anında ekmeği kaptı ama küçük kız hala tereddüt ediyordu. Başka çare yoktu, Cale’in kimliğini kullanması gerekiyordu. Ayağa kalktı ve başını çitin dışına çıkardı.
“Siz ikiniz ‘Çöp Cale’ adını hiç duymadınız mı?”
Küçük kızın yüzü soldu. Küçük erkek kardeşi, kız kardeşi için diğer ekmeği almadan önce Cale’e baktı ve kızın kolunu çekmeye başladı.
“Abla.”
“Hı-hı.”
Küçük kız, kardeşi tarafından çekilirken bile bir ağaca bir Cale’e bakıyordu.
“Sen ölmemelisin.”
Cale ağacın altına otururken etrafta kimsenin olmadığından emin olduktan sonra uzaklaşırken sözlerini tekrarlamaya devam eden genç kıza içini çekerek, onaylamazca başını salladı. Çite doğru yaklaşmadıkça kimse onun ne yaptığını göremezdi.
“Hadi başlayalım.”
Çantadan bir somun ekmeği çıkarıp o deliğe koyarak işe başladı. Eli kısa süre sonra ağacın altındaki karanlığın içinde kayboldu ve Cale, elindeki ekmek kaybolurken soğuk bir hisle doldu.
Bütün elinin deliğin içine çekilebileceğini hissetti ve çabucak elini geri çekti.
Ağacın altındaki delikteki karanlık hala aynıydı.
“Kin ile ölürsen, bu kini gidermen gerekir.”
Bu insan yiyen ağaç aslında insan yiyen bir ağaç değildi. Her şeyi yiyen bir ağaçtı. Açlıktan ölen kişinin geride bıraktığı gücün yan etkisiydi. Ama böyle bir şeyin kadim bir güçle ilişkilendirilmesi… Komikti ama daha gerçekçi görünmesini sağlıyordu.
‘Karanlık kaybolana kadar ağacı beslemem gerektiğini yazdığını hatırlıyorum.’
Ağacın altındaki delikteki karanlık gölgeden kaynaklanmıyordu. Kin tarafından oluşturulmuş bir karanlıktı.
Eğer gücü kendiniz kazanmak istiyorsanız, bu işi başka insanlarla birlikte yapmazdınız. Bir kişinin karanlık ortadan kalkana kadar büyük miktarda yiyecek sağlamaya devam etmesi gerekiyordu. Karanlık nihayet kaybolduğunda, altında saklanan ışık görünecekti.
O ışığı yedikten sonra, “Kırılmaz Kalkan” Cale’in olacaktı.
“İstediğin kadar ye.”
Cale, çuvalın ağzını deliğe koydu ve içindeki tüm ekmeği boşalttı. Normal bir durumda, o küçük delik ekmekle dolmuş olmalıydı ancak Cale çuvalı delikten çıkardıktan sonra bile sadece karanlık görünüyordu.
“Sanırım yaklaşık on tane daha büyük çuvala ihtiyacım olacak.”
Delikteki karanlık öncekinden biraz daha sönüktü.
On çuval. Sadece Cale gibi günlük 3 milyon galon harçlığı olan biri böyle bir şeyi rahatça söyleyebilirdi.
Gurul gurul-
Ağaçtan tuhaf bir çığlık yankılanıyor gibiydi. Hatta acıktığını ve daha fazla yemek istediğini söylüyor gibiydi. Cale, sanki karanlık aniden uzanıp onu yakalayacakmış gibi hissetti.
“…Bu biraz korkutucu.”
Cale hızla ayağa kalktı. Uzun süre burada olmaması gerektiğini hissediyordu.
“Aptal bir kin ne yapabilir ki?”
Oburluk korkutucu bir şeydi.
“Yarın geri geleceğim.”
Cale gürleyen ağaca sanki bir insanmış gibi veda etti ve çitlerle çevrili alandan çıktı. Cale mahallenin girişine girer girmez ekmekleri yiyen kardeşleri fark etti.
Ağaç insan yediği için Cale’in oraya gitmemesi gerektiğini iddia eden birilerine göre ekmeklerin tadını çıkarıyor gibiydiler. Lezzetinden hoşlanmış olmalılardı, çünkü ikisi de çok mutlu görünüyordu.
“Bak sen şunlara.”
Cale, bakışlarını görmezden gelmeden önce kardeşlere homurdandı. Ancak bakışları onda değil, daha önce ekmekle dolu ama şimdi boş olan çuvalın üzerindeydi. Muhtemelen merak ediyorlardı.
Ama ne yapabilirdiler? Hiçbir şey yapamazlardı.
Bu çocuklar muhtemelen insan yiyen ağaca yaklaşmaya bile korkuyorlardı. Ancak işleri garantiye almak her zaman iyidir. Ağacın oraya gidip kafalarını deliğe sokup yenmeleri kötü olurdu.
[Kenar mahallelerdeki çocukların korkusu yoktu. Bunun nedeni, tek bir pirinç tanesine, boğazlarına dayanan bir bıçaktan daha fazla değer vermeleriydi. Ölüm her zaman çevrelerindeydi, bu yüzden ölümden korkmazlardı. Ölümdense aç olmaktan daha çok korkarlardı.]
Bu durum [Bir Kahramanın Doğuşu] romanında yazılmış bir şeydi.
Cale bu yüzden kardeşlerle konuşmaya karar verdi.
“Yarın tekrar ekmek yemek istiyorsanız, kimseye hiçbir şey söylemeyin.”
İki kardeş de hiçbir şey söylemedi. Cale’in emrini hemen yerine getiriyorlardı. Daha önce tereddütlü görünen küçük kız, elini kardeşinin ağzına koydu ve Cale’i görmemiş gibi yaptı. Cale gülümsedi ve kenar mahallelerden hızla ayrılırken oldukça zeki olduğunu düşündü.
Cale’in tepeye çıktığını bilen kenar mahallelerdeki insanlar, şu anda neden bu kadar çılgınca bir şey yaptığını merak ederek ona bakıyorlardı, ama Cale bu bakışlardan hoşlanmıştı.
Kenar mahallelerinin dışındaki insanlar da Cale’e garip bir şekilde baktılar ama Cale bu bakışları umursamadı.
“Ah, genç efendi. Döndünüz.”
Cale çay dükkânına döndüğünde Billos onu oldukça mutlu karşıladı.
“Evet. Bana yeni bir fincan çay getir. Bu sefer ferahlatıcı bir tadı olsun.”
Cale üçüncü kattaki koltuğuna geri döndü. Şu anda burası normalde oldukça meşgul olmalıydı ama üçüncü katta başka kimse yoktu. Hepsi Kont’un ailesinin çöpünden kaçınıyordu. Cale bu yüzden rahatladı.
“İşte çayınız genç efendi. Aynı zamanda bazı tatlılar da getirdim.”
“Ah, harika. Teşekkürler.”
Cale, çaydan bir yudum alırken şehrin kapısına bakmaya devam etti. Billos, üçüncü kattan sessizce çıkmadan önce Cale’in yüzünü tuhaf bir ifadeyle inceledi. Cale’in birine teşekkür ettiğini duymak tuhaftı.
Cale, gökyüzü yavaşça turuncuya dönene ve güneş batana kadar pencereden dışarı bakarken çay ve tatlı sipariş etmeye devam etti. Ancak gece geldiğinde oradan kalkmıştı ve dışarısı karanlıktı.
Artık duvarın dışından gelecek tehlikeli adamla karşılaşma zamanı gelmişti.
*mana sözcüğünü olduğu gibi bıraktık çünkü anlamı ruhtan gelen süper güç ve Türkçe tam karşılığı mevcut değil.
Translator: Yasemin
Çeviri için çok teşekkürler👍⭐⭐⭐