Kont Ailesinin Çöpü – Ch 217 – TERSİNE ÇEVİRMEK (3)

Leona Kalesi, Henituse Kalesinin en az 2,5 katı büyüklüğündeydi.

Leona Kalesindeki insanlar, yüksek sesli patlamalar arasından kendilerine doğru ilerleyen siyah bir dalgayı görebiliyorlardı.

Caro Krallığının veliaht prensi Valentino, o kara dalgaya bakarken korku hissetti.

Ölü mana ile kaplı bir arazi.

Böyle bir toprakta hiçbir şey büyüyemezdi.

Ölü manaya ucundan bile dokunan herhangi bir asker ölecekti.

Ancak ağzından çıkan kelime başka bir şeydi.

“…Kalkan.”

Bum, booooooom!

Onlarca küçük gemi kalkana çarptı.

Boooom-

Yer sallanıyordu.

Bu, daha sonra kale duvarlarının da sallanmasına neden oldu.

Ancak, sallanmayan bir varlık vardı.

Valentino konuşmaya başladı.

“…Kalkanımızı devre dışı bırakabiliriz gibi görünüyor.”

Leona Kalesinin önünde başka bir dağ belirmiş gibi geldi Valentino’ya. Ancak o ‘dağ’ bir kalkandı.

Kalp armalı gümüş bir kalkandı. O büyük kalkan, Leona Kalesinin önünü her şeyden koruyordu. Gümüş ışık o kadar yoğundu ki sanki birden fazla kalkan katmanı üst üste gelmiş gibi görünüyordu.

Tabii ki, o anda Cale’in zihninde Raon’un sesi yankılanıyordu.

– İnsan, sanırım gerçekten biraz harika ve güçlüyüm! Dört katmanlı gümüş bir kalkan! Ölü mana bize hiç dokunamayacak! Herkesi kurtaracağız!

Cale, Raon’un sağlam gümüş kalkanının altında sadece zayıf bir kalkan oluştururken altı yaşındaki Ejderhanın heyecanlı sesini dinledi.

Kalkanı çok güçlü değildi çünkü bu sefer son derece büyük bir kalkan yaratması gerekiyordu. Kalkan eskisinden daha güçlüydü, ancak yine de tüm kaleyi savunacak kadar güçlü değildi.

‘Ejderhalar gerçekten en iyisidir.’

Raon’un dört katmanlı gümüş kalkanı, Cale’in kalkanının her zamankinden daha fazla parlamasına izin verdi.

Yenilmez İttifak ve İmparatorluk piçlerinin Henituse bölgesinin savaşında gördüklerinden üç katı daha sağlam kalkan gücüne sahip bir şey yaratmışlardı. Ejderha Avcısının Cale’in kalkanını tek bir noktadan vuran Felaketler Kılıcının aksine, bu seferki planları aynı anda birçok yerde birden fazla bomba patlatmaktı.

Bunun Cale’in kaldıramayacağı kadar güçlü olmasını bekliyorlardı. Kalkanda bir boşluk yaratabileceklerini ya da en azından onlara biraz zaman kazandırabileceğini düşündüler.

‘Komik piçler.’

Ancak Cale’in genç bir Ejderhası vardı ve gücü gerçek bir Ejderha Avcısından başka hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadardı. Cale’in yüzünde memnun bir gülümseme vardı.

Bu konuda hiçbir fikri olmayan veliaht prens Valentino, hem rahatlama hem de korku hissetti.

‘Kahramanlar tarihi değiştiren insanlardır.’

Kahramanlar, zaferleriyle kıtanın gidişatını değiştiren insanlar olurdu. Sadece bu tip insanlar ‘kahraman’ unvanını alabilirdi.

Komutan Cale, Valentino’ya yanında kahramanlar getirdiğini söylemişti. O halde bu kahramanlara önderlik eden kişi kimdi?

“Ekselânsları!”

Birinin ona seslendiğini duyduktan sonra kendine geldi. Daha sonra generale bir emir verdi.

“Hemen gidip rahipleri bulun! Işık özelliğine sahip rahiplerinin her birini aldığınızdan emin olun!”

Düşman, topraklarını ölü mana ile doldurduktan sonra kaçıyordu.

Peşlerinden gidebilmek için ölü mana boyunca küçük bir yol oluşturmaları gerekiyordu. Bunu yapabilmek için, özellikle Güneş Tanrısı Kilisesi olmak üzere, ışıkla yakınlığı olan kiliselerinin gücüne ihtiyaçları vardı. Geçmişte kara büyücülerden kurtulduklarında bunu, ‘güneşin yolunu’ göstermişlerdi. İlahi güçten yapılmış bu yola ihtiyaçları vardı.

Veliaht prens de fark etmişti. Düşmanın aslında kaçmadığını ve bunun yerine kuzey kıyılarına yöneldiklerini söyleyebilirdi. Bunu deşifre etmek zor değildi.

Bu yüzden düşmanın gitmesine izin veremezlerdi. Kuzey kıyılarına ulaşmalarını engellemeleri gerekiyordu.

Onları durduramıyorlarsa, en azından onları mümkün olduğu kadar uzun süre oyalamaları gerekiyordu.

Boom. Boom.

Gürültünün azalmasıyla patlamalar sona ermeye başladı. Gümüş kalkan da kararmaya başladı.

“Mm.”

Bilinçsizce inledi.

“Aaaaah!”

“Aaaaaaa!”

Toprak siyaha boyanmıştı.

Yapışkan siyah bir sıvı bölgeyi kaplamış ve siyah bir bataklık yaratılmış gibi görünmesini sağlamıştı. Bu bataklığın üzerinde, yok edilen gemilerin parçalarının yanı sıra patlamadan ve ölü manadan ölmekte olan düşman askerleri vardı.

“…A, bir kabus-”

Veliaht Prens Valentino bakışlarını kale duvarının kenarına çevirdi. Bunun bir kabus olduğunu söylerken titreyen genç bir askeri görebiliyordu. Caro Krallığı askerleri aceleyle hazırladığından, bazıları sadece on beş yaşındaydı.

Böyle bir manzara onlara savaşın gerçek çaresizliğini gösteriyordu.

‘Zalim piçler.’

Valentino, Yenilmez İttifakın daha fazla insan öldürmek için askerlerini nasıl geride bıraktığını düşününce titremeye başladı.

Bir korku duygusu hissetti.

‘Benim de kazanmak için askerlerimi böyle ölüme göndermem mi gerekiyor?’

Bu aynı zamanda veliaht prens Valentino’nun da ilk savaşıydı.

Ancak veliaht olduğu için odaklanması gerekiyordu. Bu, Caro Krallığının diğer liderleri için de aynıydı.

Böyle olmamak için savaşmaları gerekiyordu.

Yanındaki şefin konuştuğunu duydu.

“Majesteleri, düşmanın gitmesine izin veremeyiz.”

Düşman gemilerine, hızla yola çıkmak için, Ayılar, askerler ve şövalyeler biniyordu. Çoktan kıyıdan ayrılan onlarca gemi vardı.

Caro Krallığının komutanı da konuşmaya başladı.

“Acele etmemiz gerekiyor. Rahipler ölü manadan kurtulmayı başarsalar bile enkazı ve düşman askerlerini geçmek zor olacak.”

Komutan haklıydı. Ölü mana bir engeldi, ancak yok edilen gemilerin enkazı ve düşman askerleri de yollarındaydı.

“Rahipler, hayır, piskoposu hemen çağırım!”

Veliaht prens, iletişim büyücüsüne bir emir verirken etrafta bir rahip arıyordu.

“Beni kuzey ve güney kulelerine bağla!”

“Evet majesteleri!”

O anda veliaht, birçok insanın taş merdivenlerden çıktığını duyabiliyordu.

Tak, Tak.

Yüz ifadesi daha parlak hale gelmeden önce kim olduklarını doğruladı.

Rahiplerdi. Leona Kalesine atanan ışık gücü olan rahipler, Güneş Tanrısı Kilisesinin piskoposunun öncülüğünde oraya gelmişti.

Veliaht prens, strateji toplantısında kendisini kızdıran piskoposu görmekten bile mutlu oldu. Hızla piskoposa yaklaştı.

“Piskopos!”

“Ekselânsları.”

Piskopos sakince Valentino’ya doğru eğildi. Ancak Valentino’nun bu tür formalitelere ayıracak vakti yoktu ve piskoposun omuzlarından tutup hızla konuşmaya başladı.

“Lütfen ölü manadan bir yol oluşturun. Işık gücü olan rahipler için mümkün olduğunu duydum. Lütfen talebimi dikkate alın.”

“Elbette ondan kurtulmamız gerekiyor. Ne de olsa kirli ölü mana.”

Veliaht prens, sorunsuz yanıt veren piskoposun en azından şu an için güvenilir olduğunu hissetti.

Güneşin yolu.

Bu, Güneş Tanrısı Kilisesinin dünyayı kara büyücülerden kurtarmaya gittiklerinde ölü manayla kaplı topraklar üzerinde yarattığı söylenen yoldu. Kutsal Şövalyeler, kara büyücülerle son savaşa doğru bu yoldan yürümüştü.

O anda bağlı görüntülü iletişim cihazlarından birinden bir ses duyuldu.

– Ekselânsları.

“Ah, Dük Huten!”

Mogoru İmparatorluğunun Dükü Huten. Kuzey kulesinden sorumlu olan kişi bağlanmıştı.

– Herkesin güvende olduğuna sevindim.

Valentino bu cümleyi duyduktan sonra çabucak konuşmaya başlamadan önce minnettar hissetti.

“Rahipler yakında ölü manadan bir yol yaratacaklar. Yenilmez İttifakın gitmesine izin veremeyiz, bu yüzden yardımına ihtiyacım olacak.”

– Ben anlıy-

“Ama majesteleri.”

Dükün cevap vermek üzere olduğu an buydu. Piskopos konuşmaya başladı.

“Ne var, piskopos?”

“En az bir ay sürer.”

“…Ne?”

Valentino sonunda piskoposun nazik gülümsemesindeki tuhaflığı görebildi.

“Bütün bu ölü manayı arındırmak için evden daha fazla takviyeye ihtiyacımız olacak. Ayrıca yapılması gereken birçok hazırlık var, bu yüzden en az bir aya ihtiyacımız var.”

“…Şu anda düşmanları kovalamak için bir yol açmanın mümkün olmadığını mı söylüyorsun?”

“Ahem, durum bu.”

Valentino karşılık verirken kaşlarını çatmaya başladı.

“Güneşin yolu ne olacak?”

“Bunu yapmak için bir Azize ihtiyacımız var.”

Bir aziz.

Bu cevap Valentino’nun kelimelerini yutmasına neden oldu. Nihayet tekrar konuşmayı başarmadan bakışlarından kaçınan piskoposa ve önce başları öne eğik diğer rahiplere baktı.

“…Işığın ilahi gücüyle en azından küçük bir yol yaratmak mümkün değil mi? Ölü manayı ilahi güçle yakamaz mısınız?”

Valentino çaresiz görünüyordu.

“Sadece küçük bir yola ihtiyacımız var. Sadece küçücük bir yol bile olur. Şövalyelerimizin tek sıra halinde geçmesine yetecek kadar. Uçuş büyüsü ile sadece az sayıda şövalyeyi hareket ettirebiliriz. Mümkün değil mi?”

“Ah, görüyorsunuz ki…”

Piskopos bir an tereddüt etti. Bu, Valentino’nun neler olduğunu merak etmesine neden oldu.

O anda oldu. Görüntülü iletişim cihazından Dük Huten’in sesini duydu.

– Işık gücüne sahip rahiplerin, ölü manayı arındırmak için ilahi güçlerini kullanırken tüm vücutlarının yandığını hissettikleri söylenir.

Arındırmak.

Tanrılar insanların güçlerini bedava kullanmasına izin vermezdi. Her zaman ödenmesi gereken bir bedel vardı.

“Ah.”

Veliaht prens Valentino sonunda rahiplerin neden böyle davrandığını anladı.

Dük Huten konuşmaya devam etti.

– Rahiplerin, kara büyücüleri yok etmek için geçmişte acıya katlandığı söyleniyordu. Adalet için yapmıştılar. Hiçbiri bu yüzden yaralanmamış veya ölmemiş olsa da, bu devamında birçok rahibin ölene kadar acı çekmesine neden oldu.

Arkadaki rahipler, Dük Huten her konuştuğunda kaşlarını çatmaya başladı. Valentino ve diğerleri rahiplere baktılar. Bu yüzden hiçbiri Dük Huten’in yüzündeki alayı fark etmedi.

‘Cale Henituse’nin kalkanı beklediğimizden daha güçlü olduğu için kimse yaralanmadı. Aynı zamanda hareket etmelerini engelleyebildiğimiz için hala başarılıyız. Roan Krallığının kara büyücüsü bile bununla tek başına ilgilenemez.’

Roan Krallığının büyü saldırısı için çok fazla düşman vardı ve sadece birkaç şövalye uçma büyüsüyle hareket ettirilebilirdi.

Dük Huten, bir kez daha Caro Krallığı için ciddi olarak endişeleniyormuş gibi görünmeden önce ifadesini hızla düzeltti.

Piskopos, veliaht prens Valentino’ya baktı ve konuşmaya başladı.

“Ahem, bunu yavaş ve güvenli bir şekilde arındırmanın bir yolu olduğu için hemen halletmek zor. Anlayışınızı rica ediyorum, majesteleri.”

“…Ama düşman, onları bırakırsak kuzeydeki vatandaşları ve tüccarları öldürür. Ve eğer o gemilerde de ölü mana bombaları varsa…”

Buuuuuuuuuuuu- buuuuuuuuuu-

Veliaht Prens Valentino uzaktan düşmanın borularını duyabiliyordu.

“En sonunda kuzey toprakları da ölü mana ile kaplanmış olabilir.”

Bu son derece feci olurdu.

Dürüst olmak gerekirse Valentino, rahiplerin kendilerini biraz feda etmelerini umuyordu. Dük Huten ölmeyeceklerini söylemişti. Bencil arzusu, kendilerini biraz feda etmeleriydi.

“Küçücük bir yol bile zor mu? Madem bu kadar çoksunuz, acıyı paylaşamaz mısınız?”

Ancak, piskopos onu duymamış gibi yaptı.

Herhangi bir acıyı yaşamak istemiyordu. Kuzeye giden düşmandan şahsen etkilenmeyecekken neden kendini feda etsindi?

“Kuzey kıyıları da enfekte olursa, toprağı yavaş yavaş temizleyebiliriz. Önce kuzeydeki savaşa mümkün olduğunca çabuk hazırlanmamız gerekmez mi?”

Piskopos konuşmaya devam etti.

“Ah ve Leona Kalesinden vazgeçip yola çıkmaya karar verseniz bile, arınma projesini tamamlamak için birkaç askere ihtiyacımız olacak. Ayrıca arınma sırasında rahipleri korumak için bazı şövalyelere de ihtiyacımız var.”

Piskopos, Leona Kalesi artık savaş için kullanılamayacakmış gibi konuşuyordu.

Valentino’nun ifadesi gözle görülür şekilde sertleşti.

“…Şu anda söylemek istediğin bu mu?”

“Başka seçeneğim yok. Arınmayı tamamlayabilenler sadece ışık gücüne sahip rahiplerdir. Madem bu kadar değerli varlıklarız bizi korumanız gerekmez mi?”

Piskoposun nazik gülümsemesi Valentino’nun gözlerine kazındı.

Piskopos yanılıyordu.

Piskoposun söylediklerinde çok fazla hata vardı.

Teknik olarak söylediği her şey doğru olsa da, veliaht prens onun yanıldığını hissetti.

Ancak, şu anda onlara saldıramazdı veya onları cezalandıramazdı. Onlar olmadan ölü manadan kurtulmanın bir yolu yoktu.

Buuuuuuuuuuuu- buuuuuuuuuu-

Ayrıca düşmanın borazanını duymaya devam ediyordu. Ayıların az önceki kahkahaları bir kez daha bir halüsinasyon gibi kafasının içinde çınladı.

Düşman kaçmak, hayır, başka bir yeri yok etmek için hareket ediyordu. Onların gidişini izlemekten başka bir şey yapamaz mıydı?

Veliaht Prens Valentino ve Caro Krallığının liderleri kaşlarını çatmaya başladı. Onlar da sinirlenmeye başlamıştılar.

O anda oldu.

“Ha?!”

Merkez kulenin yanındaki askerlerden bazıları nefes nefese kalmaya başladı.

Tak.

Birinin kale duvarına inerken çıkıntıya bastığını görebiliyorlardı. Veliaht Prens Valentino’nun ifadesi değişti. O anda bazı sert sözler kulaklarına ulaştı.

“Yine saçma sapan konuşuyor işte.”

Komutan Cale Henituse. Az önce duvara inen oydu.

“…Komutan.”

Valentino şok olmuş bir ifadeyle Cale’e seslendi. Cale, Valentino’ya yaklaştı ve konuşmaya başladı. Yüzünde her zamanki sakin ve kendinden emin ifadesi vardı.

“Uçuş büyüsü ile hemen buraya uçtum. Bunu şahsen söylemem gerektiğini hissettim.”

‘Ne dedin? Buraya ne demeye geldi? ‘

Valentino aniden tuhaf bir beklenti hissetti. Açıklayamıyordu ama sanki sadece birkaç gündür tanıdığı bu kişinin sorunlarını çözebileceğini hissediyordu.

O anda piskoposun sesini duydu.

“Ölü manayı arındırabilecek tek kişiler olduğumuz gerçeğinin saçmalık olduğunu mu söylüyorsun? Komutan Cale, hala bizimle böyle konuşmaya cüret ediyorsun değil mi-”

O öfkeli ses cümlesini tamamlayamadı.

“Onları yakalayacağız.”

Cale’in sesinde kesinlik vardı. Valentino, Cale’in bakışını takip etti ve merkez kulenin dışına baktı. Otuzdan fazla gemi çoktan hareket etmeye başlamıştı. Hepsi beklediği gibi kuzeye gidiyorlardı. Ayılar da şimdi orta kıyılara geri dönmüşlerdi ve yavaş yavaş gemilere biniyorlardı.

İmkânsız görünüyordu.

O anda Cale’in sesini tekrar duydu.

“Gitmelerine izin verirsek tüm kuzeyli vatandaşlar ve tüccarlar öldürülecek. Eminim daha fazla ölü mana bombaları vardır.”

Diğer herkesin de düşündüğü buydu, ancak bu, şu anda etraflarını saran karanlığa hiç ışık sağlayamayacak bir gerçekti.

Ancak Cale’in sonraki sözleri daha önce kimsenin duymadığı şeylerdi.

“Majesteleri, Ölüm Vadisine kaçan insanların hikâyesini biliyor musunuz?”

‘Ölüm Vadisi mi? Çöl mü? Neden şimdi birdenbire bundan bahsediyor?’

Valentino, tamamen alakasız bir şey hakkında konuşuyormuş gibi görünen Cale’i sessizce gözlemledi. Dinledi çünkü Cale’in sebepsiz yere bir şey söyleyecek tipte biri olmadığını düşünüyordu.

“Yüksek vergi oranları nedeniyle bölgede hayatta kalmak zor olduğu için çöle gitmeyi seçiyorlar. Bu yüzden kimsenin dönmediği söylenen bu çöle kaçarlar.”

“Ne? Ölüm Vadisine mi? Vatandaşların yüksek vergi oranları yüzünden kaçtığını mı söylediniz?”

Kimsenin bundan haberi yoktu. Veliaht prens bilinçsizce sesini yükseltti.

O anda Cale’in yüzünde bir gülümseme belirdiğini görebiliyordu.

“Ama gerçekte çölde hayatta kalmayı başaran insanlar var.”

‘Mary de o insanlardan biri.’

Cale bu kısmı yüksek sesle söylemedi. Mary artık Caro Krallığı vatandaşı değildi.

“Majesteleri, pes etmeyi bilmeyen insanlar, ayağa kalkmak için karanlığa adım atabilirler.”

“…Komutan.”

“Onları yakalayacağız.”

Pes etmeyi bilmemek.

Bu sözler veliaht prensin kalbinin derinliklerine kazınmıştı. Aynı zamanda, Cale’in kuzeydoğu bölgesinin savaşlarında nasıl galip gelmeyi başardığını da hissedebiliyordu.

Pes etmeyi bilmeyen bir komutan.

Sesi merkez kulenin tepesinde yankılandı.

“Onları kesinlikle yakalayacağız.”

Oooooooong.

O an yer sallanmaya başladı.

‘Patlamanın artçı sarsıntısı mı?’

Valentino’nun durumun böyle olduğunu düşünmüştü.

“Ha?”

Gümüş kalkan kayboldu.

Veliaht prens ve Caro Krallığının liderleri artık güneşin battığı kıyıları açıkça görebiliyorlardı.

“…O!”

Veliaht Prens Valentino’nun gözleri kocaman açıldı.

Hala orta kıyılarda gemiler ve gemilere doğru giden Ayılar vardı.

Buuuuuuuuuuuuuu- Buuuuuuuuuuu-

Trompet sesleri de vardı.

Ancak, farklı bir gürültü de mevcuttu.

Fiiiiiiiuvvvvvvvv- Fiiiiiiiiiuuuuvvvvv-

Oklar.

Rüzgârdan yapılmış onlarca ok, Ayılara ve gemilere doğru gidiyordu. Hedeflerine indiler.

Bum, booooooom!

Kıyılardaki kumlar gökyüzüne fırladı.

“Aaaaaaa!”

“N, bu ne tür bir saldırı?!”

Endişeli sesler ve çığlıklar orta kıyıları doldurdu. Ancak Valentino’nun bakışları başka bir yere odaklanmıştı.

Komutan Cale Henituse. Cale’in baktığı yer orasıydı.

Cale, Ölüm Vadisine bakıyordu.

“…O, onlar-”

Güneşin battığı çölde bir şey gördü. Kızıl çölde hareket eden siyah ordularını görebiliyordu. Uzaktan bile tenlerinin siyah inciler kadar koyu olduğunu görebiliyordu.

Valentino bir ırkı düşünmeden edemedi.

Onları daha önce hiç görmemişti, ancak Batı kıtasında böyle bir ırktan sadece bir tane vardı.

“… Kara Elfler mi?”

Cale hâlâ Ölüm Vadisine ve kan kadar kırmızı olan çöle bakıyordu.

“Ölü mana bir engel değildir.”

Kara Elfler çölden geçiyorlardı.

Önlerinde, rüzgârla çevrili halde hareket eden Kara Elf Tasha vardı. Kara Elflerin birçoğunun başlarının üzerinde Rüzgâr Elementalleri tarafından yapılmış oklar vardı.

Cale, Caro Krallığı halkına ve görüntülü iletişim cihazı aracılığıyla hâlâ görülebilen Dük Huten’e bakmak için başını çevirdi.

“Roan Krallığının kuvvetleri sonunda burada.”

Cale zeminin gürlediğini hissetti ve emin oldu.

“Düşman kaçmayı başaramayacak.”

h3><< Previous Chapter | Index | Next Chapter >>

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *