Oltaya takılmışlardı.
Litana’nın grubunun tüm üyelerinin yüzlerinde, yavaşça mağaranın bir köşesine gidip oturan Cale’i izlerken tuhaf ifadeler vardı.
“Bana bu gece kalacak bir yer verdiğiniz için teşekkür ederim.”
Nazik ve saygılı bir ses tonuydu. Doğal olarak, bunu söyleyen Cale’di.
Litana, sıradan görünen kızıl saçlı adama başını salladı.
“Ne demek, bizim gibi gezginler arasında bu çok doğal. Yağmurdan üşümüş gibisiniz, bu yüzden lütfen ateşin yanında dinlenin.”
Ancak, Litana’nın astları Cale’e karşı ihtiyatlı davranmaya devam ediyorlardı. Yağmurdan perişan görünse bile, o yine de bir yabancıydı.
– Ne yağmuru! Yağmur ona hiç değmedi bile! Bunu ben ılık suyla yaptım!
Raon, Litana’nın söylediklerini şikâyet ediyordu.
Cale mağaranın yakınına gelince yağmurluğunu yırtmıştı, Raon ise mağaraya doğru ilerlemeden önce onun üzerine ılık su dökmüştü ve sıcaklık koruma büyüsü kullanmıştı.
Cale, rolünü iyi oynadığı için On’un sırtını sıvazladı.
Miyaavv.
On, Cale’e bakarken endişeli görünüyordu.
Litana belli etmese de keskin bakışlarla ikisine bakıyordu.
‘Normal bir insana benzemiyor.’
Astı daha önce mızrağını Cale’e doğrulttuğunda Litana bunu hissetmemişti ama Cale’e bir kez daha baktığında önündeki kişi bir gezgin veya maceracıdan farklı bir his veriyordu.
Sağlıklı görünüyordu, ancak duruşu ve yürüyüşü, herhangi bir dövüş sanatı yapmadığını açıkça gösteriyordu. Ancak, ne bir büyücü ne de herhangi başka güçlü bir varlık gibi de görünmüyordu.
Tam da on ikiden vurmuştu.
– Yine pençemin ucu kadar güçlü görünüyorsun.
Cale’in bedeni şu anda Hükmeden Aura ile çevriliydi.
Litana, Cale’i gözlemlerken Cale, Litana’yı da gözünün ucuyla gözlemliyordu.
Güneyliler olarak da bilinen Güney Ormanı halkı, bronz tenleri ve fit fizikleri ile tanınırlardı. Evleri olarak orman gibi doğal bir konuma sahip oldukları için doğaya çok yakınlık duyan bir kabileydiler.
Doğaya yakın.
Doğaya olan bu yakınlıkları, Whipper Krallığının vatandaşları ile Ormanın Güneylileri karşılaştırıldığında, onları çok farklı bir kültüre dönüştürüyordu.
Whipper Krallığı, ‘en güçlü olanın hayatta kalması’ ve ‘mücadele’ duygusu geliştirirken, Güneyliler ‘kazan-kazan’ ve ‘lider ve takipçileri’ duygusu geliştirmiştiler.
Garip bir sessizlik mağarayı doldurdu. Sessizliği bozan ses, Cale’in sıradan sesiydi.
“Yağmur giderek şiddetleniyor gibi görünüyor. Yarın ormandan ayrılmalıyız, değil mi On?”
Adamın kediyle nazikçe konuşurken yüzündeki ifade ateş kadar sıcaktı. Ancak, On ona inanamayarak bakıyordu.
– …Neden böyle davranıyorsun?
Raon’un da kafası karışmıştı.
Litana ve astları, Cale’e keskin ifadelerle baktılar. Litana, adamın az önce söylediklerine dayanarak bir tahminde bulunabilmişti.
“Hmm, Bay-.”
“Bana sadece Cale diyebilirsiniz.”
“Evet, Bay Cale.”
Litana, adamın üzerinde sihirli bir çanta olduğunu görebiliyordu, ama sanki az önce ormana yürüyüşe gelmiş gibi bir kılıcı ya da başka bir şeyi yoktu. Ayrıca yolunu biliyor gibiydi.
Etrafında ise tuhaf bir atmosfer vardı.
Birden aklına bir şey geldi.
‘…O bir ejderha mı?’
Her türlü dileği gerçekleştirecek olan ejderha hakkındaki efsaneyi hatırladı. Efsane, ejderhanın görünüşü veya nasıl ortaya çıktığı hakkında hiçbir şey söylemiyordu. Litana, düşüncelerinin muhtemelen yanlış olduğunu biliyordu, ama yine de beklentiyle dolmadan edemedi.
O anda oldu. Litana, Cale adındaki bu adamla göz teması kurdu ve onun gülümsemeye başladığını görebildi.
“Ben bir ejderha değilim.”
Ah.
Bir nefes verirken irkildi. Cale’in yüzüne düşen ıslak kızıl saçlarını geriye doğru taradığını görebiliyordu.
“Ancak, burada dolaşmanın bir yolunu biliyorum.”
“…Nasıl?”
Karmaşık ve mantıksız Ormanda hiçbir sorun olmayan yaşayan Litana ve astları bu ormanda kaybolmuştu. Ancak önlerindeki bu adam burada dolaşmanın bir yolunu mu biliyordu?
Litana’nın yüzündeki şaşkınlığı gören Cale gülümsemeye başladı ve cevap verdi.
“Bu çocuk Kedi kabilesinden.”
Cale, bir azizin bakışına uyan nazik bir bakışla On’u okşadı.
“Geçmişte böyle yağmurlu bir günde kenar mahallelerden birinde bu çocuğa rastladım.”
Cale geçmişi düşündü. Tanıştıkları gün hakkında nostaljik hissediyor gibi görünüyordu. On da o günü hatırladı ve aslında o kadar nostaljik bir an olmadığını düşündü. Ancak ağzını kapalı tuttu ve kuyruğu belirsizlikle sallanmaya başladı.
“Bu çocuk, On, sisi kontrol edebilir.”
“Ne kadar da nadir bir güç.”
Litana, Oorim’i kaplayan sisi düşündü ve hayranlığını dile getirdi.
“Aynen öyle. Kendi bölgemden çıkıp etrafta seyahat ederken bu yeri öğrendim. Eski bir metinde buranın sis tarafından kontrol edildiğini okumuştum.”
Litana, Cale’e bakmak için bakışlarını On’dan çevirdi. Onunla ne kadar uzun zaman geçirirse, onun hareketlerinde ve sesinde zarafet seziyordu. En azından kesinlikle bir soylu olduğunu söyleyebilirdi.
“Bu yüzden bu çocukla bu yere geldim.”
Cale’in gözleri ateşin yanında parlamaya başladı. Litana ve astları da bunu görebiliyordu. Cale’in sakin ama tutkulu sesi mağarayı doldurdu.
“Gücümüzü, yolunu kaybeden insanlara ve onları çaresizce bekleyen aile üyelerine umut vermek için kullanabileceğimizi düşündüğümüz için buraya geldik.”
– …Sebep bu değildi.
On sessizce kuyruğunu sallarken Raon kendi kendine mırıldanıyordu.
Cale, Litana’nın bakışlarının değişmeye başladığını gördükten sonra yüzünde küçük bir gülümsemeye sahipti.
“Çok şükür haklı çıktım. Sis kontrol edildiğinde yolu görebildik.”
Sisin sırrını çabucak açıkladı. Birinin nasıl halüsinasyon görmesine sebep olabileceğini ve aynı zamanda mana bozukluğuna neden olabileceğini açıkladı.
“Anlıyorum.”
Litana kalbindeki acıyı gizleyemedi.
“Efsane… Muhtemelen gerçekte mevcut değil.”
Eğer söz konusu sis ve mana bozukluğu ise, buna ejderhanın neden olduğu efsanesi kesinlikle yalandı. Litana ve astlarının yüzleri hayal kırıklığıyla doldu. Ancak aynı zamanda, Litana bunun daha iyi olabileceğini düşündü.
Şu an, bu ormanı ateşe vermesi gerekip gerekmediğini düşündüğü zamana kıyasla çok daha iyi bir durumdaydı.
“Öyleyse yarın ayrılırken çıkışa kadar bize rehberlik etmenizi istememiz mümkün mü?”
“Tabii ki. İhtiyaç anında birbirimize yardım etmeliyiz.”
Litana’nın bakışları Cale’e karşı daha nazik ve sıcaktı. Göründüğü kadar iyi bir insandı. Muhtemelen etrafında o tuhaf aurayı hissetmişti çünkü o çok iyi bir insandı.
Cale ona bakarken yüzünde hayal kırıklığına uğramış bir ifade vardı.
“Üzgünüm. Eminim sizin de umutsuz bir dileğiniz vardı.”
“Sorun yok. Bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Ormanı ateşe vermem gerekmediği için mutluyum.”
Ateş. Bu kelime, hızla kaybolmadan önce Cale’in gözlerinin bir an parlamasına neden oldu.
“Ateş. Çok korkutucu bir kelimedir. Doğaya değer veren bir Güneyli olduğunuz için ne kadar çok mücadeleyle karşılaştığınızı hissedebiliyorum.”
“Güney hakkında bilginiz var mı?”
“Pek bir şey sayılmaz ama kitaplarda okumuştum. Seyahat etmeyi ve güzel manzaraları seviyorum.”
– Hoh, demek öyle hmm, anladım anladım, zayıf insan.
Cale, Raon’un yanıtını duyduktan sonra ürperdiğini hissetti ama yine de mümkün olduğunca parlak bir şekilde konuşmaya devam etti.
“Ormanın dağlarının, gölünün ve diğer her şeyin ne kadar güzel olduğunu okudum. Artık buradan, Oorim’den çıkabileceğimize göre, gelecekte orayı ziyaret etmeyi planlıyorum.”
“Anlıyorum.”
Litana hayal kırıklığı, acı ve üzüntü doluydu. Ormanın güzel manzarasını dört gözle bekleyen bu kişiye yalan söyleyemez ya da bilmiyormuş numarası yapamazdı.
Astlarının da yüzleri kasvetli bir hal aldı.
“Ne yazık ki, Oorim’den çıktıktan sonra göreceğiniz Orman güzel olmayacak.”
“…Ne demek istiyorsunuz?”
Orman, Oorim’den yaklaşık bir günlük yolculuk mesafesindeydi. Güneyin çoğunu kapladığı için oldukça genişti. Ancak, Litana neden bu Oorim’e gelmişti?
Çünkü burası yangın yerine yakındı.
“Ormanda bir yangın var.”
“Ne? O zaman hemen söndürmeniz gerekmez mi?”
“… Yayılmayan ama söndüremediğimiz bir yangın.”
Cale’in kafası karışmış bakışını gören Litana, ormandaki yangını açıklamaya başladı.
“Bir gün, Ormanın 1. Bölgesini, ah, ormanın Oorim’in yanındaki bölge 1. Bölgedir, işte orada, ani bir yangın başladı. Su, sihir, büyüler… Üzerinde hiçbir şey işe yaramıyor gibiydi. Çok endişelenmiştik ama başka bir yere yayılmadan 1. Bölgede kaldı.”
Acı bir ifadeyle mırıldanmaya başladı.
“Bunun iyi mi kötü mü olduğundan emin değilim.”
Garip bir yangındı.
Ancak Cale bu yangının ne olduğunu biliyordu.
Büyü ya da büyülerle söndürülemeyecek bir ateş.
Cevap simya idi.
Simya, sihirden daha bilimseldi. Simyada çok gelişmiş bir İmparatorluk vardı ve başka hiçbir şey yoktu.
Mogoru İmparatorluğu.
Bu yangına Simyacıların Çan Kulesi ile İmparatorluk neden olmuştu.
‘Daha doğrusu, Mogoru İmparatorluğunun imparatorluk prensi.’
Ormanın on beş bölgesini birleştirmeyi başaran Litana yüzünden endişelenen imparatorluk prensi bu yangına gizlice sebep olmuştu.
Ancak hiçbir sır sonsuza kadar sır olarak kalamazdı. 4. cildin sonunda, Oorim’deki yangına sebep olan birinin kaçmasına engel olamayan Litana, imparatorluk prensinin Ormanın yangınından sorumlu olduğunu keşfeder ve ‘en güçlü olanın hayatta kalması’ felsefesi ile uyuşmamasına rağmen Toonka, Mogoru İmparatorluğunu ele geçirme amacını gerçekleştirmek için Litana ile ortak olur.
At yerine kara bir pantere binen Kraliçe, savaşçılarına Ormanı korumak için önderlik eder.
Ama bu benim sorunum değil.
Cale bunlara hiç dâhil olmak istemiyordu. Birkaç başka şeyle ilgilenmeden ve Henituse bölgesine dönmeden önce sadece yangınla ilgilenecek ve parasını alacaktı.
Çünkü Mogoru İmparatorluğunun imparatorluk prensini görmek istemiyordu.
‘O iyi bir insan değil.’
Veliaht Prens Alberu ve İmparatorluğun imparatorluk prensi benzer insanlardı. Bu yüzden Cale onu eşiti olarak görebilirdi ama bu durum biraz farklıydı.
Veliaht prens Alberu adalete önem verirdi. Bu yüzden Cale için konuşmak ve onu kullanmak kolaydı.
Ancak İmparatorluk Prensi öyle değildi.
O sadece kendisine önem verirdi.
Ayrıca çok kurnaz ve sinsiydi.
Cale’e benziyordu ama farklıydı. Cale yüz kaslarını hızla hareket ettirerek, Batı Kıtasının merkezindeki her şeyin kontrolünü ele geçirmek isteyen İmparatorluk Prensi hakkındaki düşüncelerini aklından uzaklaştırdı.
Kendini endişeli gibi gösteriyordu.
“Büyük bir yangın mı?”
“…Hayatımda hiç bu kadar büyük bir yangın görmemiştim. Gece olsun gündüz olsun gökyüzüne yükseliyor ve her gün bir patlama oluyormuş gibi hissettiriyor.”
“O zaman muhtemelen yaklaşmak da zordur.”
“Evet. Ne hayvanlar ne de insanlar yaklaşamıyor. Sadece yakınlaşmamız bile, yanacakmışız gibi hissettiriyor.”
“Korkunç, offf, çok korkunç.”
Litana, bu konuda gerçekten hayal kırıklığı hisseden ve endişelenen Cale’e minnettar olarak baktı. Kıtanın merkezinden Güneyi veya doğayı bu kadar önemseyen bir vatandaş bulmak nadir bir olaydı.
“Ancak yangını söndürmek için elimizden geleni yapacağız”
“Anlıyorum.”
Başını sallayan Cale’in aniden derin bir tefekkür durumuna düştüğünü görebiliyordu. Ancak, bu uzun sürmedi.
Çok kısa bir an geçmişti. Ancak gözleri kararlılıkla dolu gibiydi.
“Ben, ahh.”
Aniden durup içini çektikten sonra yüzünü sıvazladı. Ancak Litana’ya bir kez daha kararlılıkla baktı.
“Lütfen beni ateşe götürün.”
“Affedersiniz?”
Cale’in bildiği Litana, zayıflara karşı zayıf olan ve elinden gelen her şeyi iyilere vermeye çalışan biriydi. Herhangi bir lütfu aldığının bin katı şeklinde geri iade etmeye çalışırken, herhangi bir yanlışı da acının on katı olarak geri öderdi.
Cale, kasıtlı olarak hafif titrek bir sesle konuşmaya başlarken yüzünde çok gerçek bir ifade vardı.
“Yangını söndürebileceğime inanıyorum.”
“Ne?”
Raon, Cale’in kafasında bağırmaya başladı.
– Zayıf insan, ne yapıyorsun? Bugün çok tuhafsın! Sen zayıfsın! Ne yapmaya çalışıyorsun?
Cale, yüzünde hala kararlı olduğunu gösteren ifade ile onu umursamadı.
“Söndürebileceğime inanıyorum.”