Bu toplantıya gelmeden önce Mary’ye sormuştu.
‘Mary, Güneş Tanrısının bir rahibi orada olacak. Yine de gitmek istiyor musun? Bence burada Raon’la dinlensen iyi olur.’
‘Gizlenmeme gerek yok. Ben güçlüyüm. Yardımcı Yüzbaşı Hilsman-nim bana rahiplerin sözlerinin saçmalık olduğunu söyledi. Ayrıca Choi Han-nim gibi olmayı ve ne olursa olsun arkanızda durmayı diliyorum.’
‘Eğer isteğin buysa, o zaman birlikte gidelim.’
Raon da bir şeyler söylemişti.
‘- Zayıf insan, merak etme. İyi Mary’yi koruyacağım!’
Raon, Mary’yi epey sevmişti. Cale, bunun sebebinin, hayatlarının pek çok benzerliği olduğu için olabileceğini düşündü.
Cale, planı açıklayan kişiye bakarken Raon ve Mary’yi düşünmeyi bıraktı. Toplantıya odaklanması gerekiyordu.
“Savaş, Caro Krallığının Leona Kalesinde gerçekleşecek.”
Şefin parmağı Caro Krallığının haritasını işaret etti.
“Caro Krallığının güneyinde Beş Yasak Bölgeden biri olan Ölüm Ülkesi var. Bu yüzden Yenilmez İttifakın oradan gelme şansı yok.”
Parmağıyla Ölüm Diyarının üzerine bir X çizdi. Ardından parmağını Caro Krallığının merkezine doğru hareket ettirdi.
“Şu anki rotalarına göre orta kıyılara inme ihtimalleri yüksek. Merkezi kıyılar, Caro Krallığının başkentine en yakın nokta.”
Caro Krallığı bir deniz savaşından vazgeçmişti.
Donanmaları zayıftı ve sularda takviye yapmak zordu.
Bu nedenle, bunun yerine orta kıyılarda bir savaşı hedeflemeyi seçtiler.
Orası daha az gelişmişti ve fazla insan yoktu. Ayrıca hemen kıyıda iki büyük dağ vardı.
Yenilmez İttifakı Caro Krallığının kuzey bölgesi yerine orta bölgeye gelmek konusunda bu kadar kendinden emin yapan şeyin ne olduğunu bilmiyorlardı ama bu, Caro Krallığı için iyi bir fırsattı.
“Bu nedenle depolarda istiflenen yiyecekleri ve orta kıyılarda yaşayan vatandaşları tahliye ettik ve ayrıca tüm güçlerimizi Leona Kalesi yakınlarına kaydırdık.”
Parmağı orta kıyılardaki büyük kaleyi işaret etti.
Leona Kalesi.
Haritaya göre, Caro Krallığındaki diğer kalelerden daha büyük görünüyordu.
“Leona Kalesi, orta kıyılarda iki dağ arasında yer almaktadır. Leona Kalesinden geçmeden başkente giden bir yol yokmuş gibi düşünebilirsiniz.”
Düşman iki dağı tırmansa bile, bunu gerçekleştirebilme şansları zayıftı.
O dağları yürüyerek geçmek o kadar kolay değildi.
“Yenilmez İttifakın filosundaki gemi sayısı nedir?”
Mogoru İmparatorluğunun Dükü Huten soruyu sordu.
Dük’ün zaten bildiği halde bilmiyormuş gibi yapması son derece doğal görünüyordu.
“Yaklaşık 500-600 gemi, Dük-nim. Grup içinde birçok büyük gemi var. Bu gemilerin içinde önemli sayıda askerin olması bekleniyor.”
Sorun, o askerlerin kalitesiydi.
“Ahem.”
Şef, Cale’e bakmadan ve konuşmaya başlamadan önce sahte bir öksürük çıkardı.
“Roan Krallığının Henituse bölgesindeki yetenekleri önemli derecedeydi. Bu nedenle kale savunmasına çok dikkat etmemiz gerektiğine inanıyoruz.”
Cale sessizce dinledi.
O, muhtemelen donanma kıyıya varmadan onları durdurmanın bir yolunu düşünürdü, ancak Caro Krallığının neden deniz savaşından vazgeçip bunun yerine kıyılarda savaşmayı planladığını da anlıyordu.
Caro Krallığının kendilerini Yenilmez İttifaktan koruması gerekiyordu.
Ancak daha fazlası vardı.
Kendisini İmparatorluktan ve Roan Krallığından da koruması gerekiyordu.
Muhtemelen bu yüzden güçlerinin çoğunu ortaya çıkarabilecekleri bir yere ilerlemek istemiştiler. Cale, başka bir krallığın sorunlarına derinden karışmak istemediği için orada kıpırdamadan oturuyordu.
Şef konuşmaya devam etti.
“Leona Kalesi, orta kıyıları koruyan bir kale olduğu için oldukça büyük. Merkezde üç kule bulunan üçgen bir şekil olarak düşünebilirsiniz. Her kule aşağı yukarı iyi bir küçük kale büyüklüğünde.”
Veliaht Prens Valentino konuşmaya başladı.
“Sanırım her birimiz bir kuleyi savunabiliriz.”
Gülümsedi ve niyetini anlayan Cale ve Dük Huten’e baktı. Şef konuşmaya devam etti.
“Evet majesteleri. Leona Kalesi kıyıların kuzeyinde inşa edildiğinden, merkezi kule Caro Krallığımız ve kuzey kulesi Mogoru İmparatorluğu tarafından yönetilecektir. Güney kulesine gelince, mm.”
Şef, Cale’e bakmadan önce bir an tereddüt etti.
Başlangıçta güney kuleyi Roan Krallığına bırakmayı planlıyorlardı. Bunun nedeni, çok sayıda takviye sözü vermeleriydi.
Ancak, ortaya çıkan gerçek sayı… acınasıydı.
Kaliteleri herkesten daha iyi olsa da, 100’den az kişi vardı.
Güney kulesini bu küçük sayıya bırakabilirler miydi?
“Şey, güney kulesini Roan Krallığına bırakmayı planlarken ve düşünürken yanlış hesaplama yaptık.”
Şef, onlara yardıma gelen insanlara, çok az insan getirdikleri için bir hata olduğunu söylemeye cesaret edemediğinden süslü bir dil kullandı.
Garipliği fark eden Dük Huten konuşmaya başladı.
“Komutan Cale, tüm güney kulesini savunmak için çok az sayıda silahınız yok mu? Sizinle biraz şövalye ve okçu paylaşmamıza ne dersiniz? Ne düşünüyorsunuz?”
Bir komutan olan Cale’e karşı terbiyeli ve saygılı bir şekilde davranıyordu.
Veliaht prens Valentino ve Caro Krallığının komutanı da konuşmaya eklendi.
“Hayır, merkezi güçlerimizden daha fazlasını göndermemiz daha mantıklı olabilir. Ne düşünüyorsunuz komutanım?”
“Ben de bunun daha iyi olduğuna inanıyorum. Roan Krallığının kuvvetleri son derece yetenekli olduğundan, eğer Roan Krallığı düşmanın çekirdek güçlerini halledebilirse gerisini biz halledebiliriz.”
Konuşma oldukça sakindi.
Her iki taraf da diğerlerine yardım etmeye çalışırken kimse sesini yükseltmiyordu. Her iki tarafın eylemleri şefi iyi hissettirdi.
Şef konuşmaya başladığında gülümsedi.
“Evet ve her kuleye Güneş Tanrısı Kilisesinden ve diğer ışıkla yakınlık kiliselerinden şifacılar atanacak, bu nedenle herhangi bir yaralanma için endişelenmenize gerek yok. Öyle değil mi, piskopos-nim?”
Şef, kiliselerin temsilcisi olarak gelen piskoposa baktı ve nazikçe sordu. Caro Krallığı onları buraya getirmek için önemli miktarda bağış sözü vermişti. Kiliseler bu büyük meblağı duyduktan sonra doğal olarak anlaşmaya varmıştırlar.
“Elbette endişelenmenize gerek yok.”
Piskopos devam ederken gülümsedi.
“En azından Caro Krallığı ve Mogoru İmparatorluğunun endişelenmesine gerek kalmayacak.”
Şefin gülümsemesi kayboldu.
Kilise ittifakı ve bu ittifakın merkezinde yer alan Güneş Tanrısı Kilisesi, iki grup arasında bir miktar sürtüşme olmasına rağmen Mogoru İmparatorluğunun askerlerini iyileştirmeye istekliydi.
Ancak, bir yer için istekli değillerdi.
“Ancak, Roan Krallığı için imkânsız.”
“Sadece ne…!”
Veliaht Prens Valentino kaşlarını çattı ve piskoposa baktı. Bu, orijinal anlaşmalarından farklıydı.
“Bu konuda bir şey yapamam, majesteleri.”
Piskopos gülümsedi ve Roan Krallığını işaret etti.
“O kişi, üzerinde ilahi güç kullanılırsa ölecektir.”
Piskopos siyah cüppeyi işaret ediyordu.
“Hayatta kalmak için ölü mana yiyen bir kara büyücü.”
Kilisenin gelecekteki yararlanacakları faydalar için İmparatorluk ile olumlu bir ilişkisi olması gerekiyordu. Ancak, Roan Krallığının bir kara büyücüyü desteklemek için yaptıkları, itibarlarını kaybetmelerine neden olan bir şeydi.
Kilise, yüzün ve gururun her şeyden daha önemli olduğu bir yerdi.
İmparatorluğun Dükü Huten bir inilti çıkardı ve koltuğunda arkasına yaslandı. Bu, karışmayacağını söyleme şekliydi.
“…Piskopos, bize yardım etmeye gelen insanların önünde böyle davranmanın ne demek olduğunu biliyor musun?”
Veliaht Prens Valentino’nun sert ifadesi piskoposa döndü, ancak piskopos ağzını kapalı tuttu. Söz verilen parayı henüz almamışlardı ve çekilirlerse bu, Caro Krallığının kaybı olacaktı.
Sadece inananlarına, lanetli bir varlığın tarafını seçmeyi reddettiği için Caro Krallığına yardım edemeyeceklerini söylemek zorundaydılar.
“Kararımız kesin.”
Veliaht prens Valentino buna inanamadı. Konuştuklarından farklıydı. Aslında piskopos, haksızlığa uğrayan kendisiymiş gibi bir ifade takındı.
“Bunun hakkında hiçbir şey yapamam. Başlangıçta Roan Krallığı halkına da yardım eli uzatmaya çalıştık, ancak Komutan Cale ve Roan kraliyet ailesi kara büyücüyü teslim etmeyi reddetti.”
“…Öyle mi? İnsanların hayatlarıyla böyle oynamayı mı planlıyorsun?”
Veliaht Prens Valentino’nun ifadesi değişti. Piskopos soğuk bakış karşısında irkildi ama fikrini değiştirmedi.
“Oynamak mı? Sadece iyileştirilemeyecek insanlar olduğu gibi, iyileştirilecek niteliklere sahip olmayan insanlar da var diyorum.”
O anda oldu.
“Vay canına, inanılmaz.”
Veliaht prens Valentino başını çevirdi. Cale’in gülümsediğini görebiliyordu.
Ancak, etrafında fena bir aura vardı.
“Böyle bir yerde böyle saçma sapan konuşulabileceğini bilmiyordum.”
Cale, bunu açıkça, böyle söyleyeceklerini gerçekten bilmiyordu.
Kendinden emin sözleri masanın etrafındaki atmosferi bir kez daha değiştirdi. Valentino tuhaf bir ifadeyle Cale’e baktı. Cale’in böyle kaba sözler söylediğini gördükten sonra gözleri merakla doldu.
Ancak, piskopos buna dayanamadı.
Saçmalık mı?
Ayağa kalktı ve bağırmaya başladı.
“Sen az önce-”
“İhtiyacım yok.”
“…Ne?”
Cale son derece sinirliydi.
Uzun süreden sonra ilk kez, saygılı bir soylu imajından vazgeçmeye ve çöp benliğine geri dönmeye karar verdi.
“Senin gibi piçlerin bizi iyileştirmesine ihtiyacım yok.”
“N, ne bu kaba dil! Bize böyle bir tavır sergilemek için-!”
Çöp Cale onu görmezden geldi ve konuşmaya başladı.
“Mary.”
Cale, Mary’ye baktı. İşe yaramaz saçmalıkları dinlemesine sebep olmuştu. Şu an en çok kendine kızıyordu.
Mary’nin Roan Krallığının kendisi yüzünden rahipler tarafından tedavi edilemeyeceğini ve kendisinin iyileştirilemeyecek biri olduğunu düşünmesinden endişeliydi.
Cale bu yüzden konuşmaya başladı.
Ona böyle saçma sapan düşüncelere sahip olmamasını söyleyecekti.
En azından, planı buydu.
Ancak önce Mary konuşmaya başladı.
“Gizlenmem için bir sebep yok.”
Cale kendini durdurdu.
“Ben havalıyım.”
Hiç tereddüt etmeyen mekanik ama masum ses.
Cale gülümsemeye başladı.
– O piçi öldüreceğim.
Cale, konuşmaya başlarken Raon’un sözlerine katılmadı.
Yeterli değildi.
Raon’un istediği eylem, çöp benliğini tatmin etmek için yeterli değildi.
“Ekselânsları.”
“B, beni görmezden gelmeye cüret ediyorsun, kiliseyi görmezden gelmeye cüret ediyorsun!”
Cale, piskoposun yüzündeki somurtmayı görebiliyordu.
“Gerçek lanet senin ve kilisenin üzerinde olacak.”
“N, ne?”
Cale planlarını değiştirdi.
Bir çöp olarak, planlarını nasıl hissettiğine göre değiştiremez miydi?
Birini çöp yapan da bu değil miydi?
Başlangıçta planı, Mogoru İmparatorluğuna saldırmak için Caro Krallığının Güneş Tanrısı Kilisesini kendi tarafına çekmekti.
Ancak şimdi planlarda bir değişiklik olmuştu.
İmparatorluk ve Güneş Tanrısı Kilisesi.
Bu piçler, onun gözünde artık bir set halindeydi.
Kimin iyileştirilmeye uygun olduğuna kim karar veriyormuş?
Güneşin Mahkûmiyeti bu piçlerin başına düşmeliydi.
“Ekselânsları.”
Cale niyetini açıkça belirtti.
“Güney kulesine biz yeteriz.”
“Komutan Cale, nasıl hissettiğinizi anlıyorum ama kimsenin incinmediğinden emin olmamız gerekiyor. Bugünün meseleleriyle gerektiği gibi ilgileneceğim-”
“Onlar incinmeyecekler.”
Valentino’nun ağzı anında kapandı.
Cale’in bir gram tereddüt etmeksizin, kendinden emin olduğunu görebiliyordu.
Zarar görmeyecekler.
Neden?
“Roan Krallığı buraya kahramanlar getirdi.”
Cale’in bakışları hâlâ ayakta duran piskoposa yöneldi.
“Hiç ölmek isteyecek kadar çok acı hissettin mi?”
“Ne-!”
“Böyle bir acıyı yenenlere ‘kahraman’ diyoruz.”
O kadar çok çekerdin ki ölmek isterdin.
Mary geçmişini hatırladı. Ölü mana tarafından zehirlenerek hayatta kalmak zorunda kaldığı günleri hatırladı. Aynı zamanda Choi Han Karanlıklar Ormanında yaşadığı günleri düşündü.
“Arkamdaki insanlar, bu tür acıların üstesinden gelen insanlar.”
Cale her zamankinden daha emin bir şekilde konuşmaya başladı.
“Arkamda güvenebileceğim insanlar var.”
Cale’in arkasındaki iki kişi, özellikle de siyah cüppeli Mary omuzlarını kaldırdı.
Korkması ya da saklanması için bir sebep yoktu.
“İyileştirilecek nitelikler mi? Böyle saçmalıklara ihtiyacım yok.”
Cale’in de belirttiği gibi, böyle bir şeye ihtiyaçları yoktu.
Onlar zaten oldukları gibi mükemmellerdi.
Cale oturduğu yerden kalktı.
“Bilgilendirme bitti mi?”
“Affedersiniz? Ah evet.”
Şef, beklenmedik soruyu dürüstçe yanıtladı.
“Küçük ayrıntılar muhtemelen her grup için yazılı teslim edilecektir.”
“Evet efendim. Haklısınız.”
Cale, veliaht prens Valentino’ya hafifçe eğildi.
“Öyleyse ilk ben çıkıyorum.”
“…Sizinle sonra konuşurum.”
Cale, Caro Krallığına kızgın değildi. Ellerinden gelenin fazlasını yapmışlardı. Sadece kilise ittifakı kördü.
“Komutan, ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Kilise hakkındaki gülünç sözlerin için özür dile!”
Piskopos, Cale’e bakarken homurdandı.
Cale, odanın kapısına doğru yürüdü. Sonunda piskoposa bakmadan önce, kendisine odaklanan bakışlara baktı.
Piskoposun yanından geçti ve sessizce fısıldadı.
“Fırsatını kaybettin.”
‘Fırsat mı?’
Piskopos, şimdi ne saçmaladığını merak ederek Cale’e baktı, ancak Cale kapıyı tekmeledi ve tereddüt etmeden gitti. Cale’in sert hareketlerini izleyen piskopos aniden havanın soğuduğunu hissetti ve donmadan önce bakışlarını çevirdi.
Choi Han ve Hilsman.
İkisi, Mary gidene kadar sessizce onu izlemişlerdi, sonra Cale ve Mary’nin arkasından sanki ikisini de koruyorlarmış gibi takip ettiler.
Cale’in grubu, Cale’in yatak odasına vardıklarında, onun mırıldandığını duyabiliyorlardı.
“Güneş Tanrısı Kilisesi hayatta kalma fırsatını kaybetti.”
h3><< Previous Chapter | Index | Next Chapter >>Bookmark (0)