Kont Ailesinin Çöpü – Ch 215 – TERSİNE ÇEVİRMEK (1)

Asker, merdivenlere adımını atarken, yüreği ağır bir şekilde kılıcının sapına tutundu.

Tak. Tak. Tak.

Uzun yıllar bu sağlam taş merdivenlerin üstüne basmıştı. Ancak bugün, bu merdivenlerden çıkarken yüzündeki ifade sanki iğrenç bir yemek yemiş gibiydi.

‘Sadece neden?!’

Önündeki askerin omuzlarının arkasından çıkışı görebiliyordu.

Daha sonra oradan dışarıya çıktı.

Fuuuuuuuuu-

Yanaklarını okşayan serin bir esinti.

Önünde de açık bir alan görebiliyordu.

Leona Kalesi.

Bu büyük kaleyi çevreleyen üç kule de vardı. Güney kulesinin yanında kale duvarına mevzilenen asker kıvrıldı.

‘Neden İmparatorluk veya merkezi bölge yerine Roan Krallığının tarafında yer almak zorunda kaldım?!’

Güney kulesinde konuşlanmış birkaç askerden biriydi. Roan Krallığı yeterli olduklarını söylemişti, ancak kendilerine merkezi kuvvetlerden gelen emirleri iletmek için hala birkaç askere ihtiyaç olduğu Caro Krallığı tarafından söylendikten sonra buraya gönderilmişti.

Askerin görevleri esas olarak mesajları iletmek ve diğer çeşitli işleri yapmaktı. Tabii ki, ihtiyaç olması durumunda elinde bir kılıç vardı.

“…Ne kadar boş.”

Asker, diğer askerin yorumunu duyduktan sonra daha da kaşlarını çatmaya başladı.

Boş.

Gerçekten boştu.

Roan Krallığının 100’den az askeri vardı.

Güney kale duvarını ve küçük bir kale büyüklüğündeki kuleyi dolduracak asker sayısına yakın bile değildi. Asker içini çekmeden önce etrafına bakındı.

“İmparatorluğun tarafı harika.”

Kuzey kulesi. İmparatorluğun askerleri, şövalyeleri ve büyücüleri kuzey kale duvarının tamamını doldurmuştu. Onlara önderlik eden kılıç ustası Dük Huten’i de görebiliyorlardı.

Ayrıca üçgen bir düzende diğer iki kulenin biraz arkasında bulunan merkez kulede çok sayıda Caro Krallığı askerini görebiliyorlardı.

Ancak ortada daha büyük bir sorun vardı.

“…Neden bu kadar çok var?”

Güney kulesinin altındaki orta kıyıları görebiliyordu.

Kıyılara yanaşmış birçok büyük gemi vardı.

Yenilmez İttifak ve Caro Krallığının ittifakı bu sabahın erken saatlerinden beri hazır halde orada duruyordu. Asker, ilk savaşına hazırlanırken ellerinin ve ayaklarının titrediğini hissedebiliyordu.

Caro Krallığının geri kalanıyla birlikte merkez kulede olamasa bile, İmparatorluk ile birlikte olmak hayatta kalma şansını arttırabilirdi.

Hayır, dövüşmesi gerekse bile, uygun şekilde hazırlanmış görünen bir yerde dövüşmek istiyordu!

Askerin ifadesi berbattı.

Düşman donanması bütün kıyıyı dolduruyordu, öyle ki suyu bile göremiyordunuz.

Gemilerin içindeki askerler ve şövalyeler onlara doğru hücum etse bütün bölge düşman tarafından kuşatılırdı. Bu kaleye doğru hücum eden bu kadar çok sayıdaki düşmanı düşünmek bile askerin ürpermesine neden oldu.

Elbette düşmanlara karşı savaşmak için mancınıklar ve tahta direkler kurulmuştu. Ancak, bunlar merkez ve kuzey kulelerindeydi.

Bu boş güney kulesinde durum böyle değildi.

‘…Bir grup güçlü insan gelmiş olsa bile.’

Roan Krallığının zaferinin hikâyesi çoktan kıtaya yayılmıştı.

İnsanlar bu inanılmaz zaferden epey söz etmişti.

Dürüst olmak gerekirse, asker bizzat Roan Krallığının tarafına gelmek için gönüllü olmuştu. Bunun nedeni, zaferlerinin hikâyesinin onun kalbini ısıtmasıydı.

‘Böyle bir savaşta savaşmak ve güçlü rakiplere karşı kazanmak istiyorum! Ben muzaffer olmak istiyorum!’

Roan Krallığının güçleriyle birlikte olmayı istemesinin nedeni buydu, ancak durumun gerçekliği onu korkutuyordu.

“Neden bu kadar korkmuş görünüyorsun?”

Asker başını kaldırdı. Kıdemli asker konuşuyordu. Bu kişi ondan yaklaşık 10 yıl daha uzun süredir askerdi ve ona amca gibi yaklaşacak kadar yakınlaşmışlardı. Cevap vermeden önce bir an tereddüt etti.

“Ben sadece… Sadece hayatta kalmayı başarıp başaramayacağımı merak ediyorum.”

Ruh ve hayatta kalma tamamen farklı konulardı.

“Şimdiden bu kadar olumsuz düşünemezsin.”

“…Ama gerçek bu.”

Askerin bakışları, kendi kulelerine dönmeden önce diğer kulelere yöneldi. Daha sonra başını aşağı indirdi.

“Roan Krallığındaki insanların güçlü olduğunu biliyorum, ancak savaşırken bizi korumak için zamanları olacak mı? Az sayıda insan nedeniyle burada çok fazla boşluk olacak ve bu da incinmemizi çok daha olası hale getiriyor.”

Roan Krallığının güçlü insanları hayatta kalabilirdi. Hatta galip gelebilirdiler.

Hayır aslında, Caro Krallığı ittifakı, mevcut güçlerine göre Yenilmez İttifaka karşı ya beraberlik ya da galibiyet bekliyordu. İmparatorluk önemli sayıda takviye getirmişti ve savaşta bir kaleden kendini savunan taraf her zaman daha avantajlıydı.

Ancak, bu zaferi görüp göremeyeceğini bilmesinin hiçbir yolu yoktu.

Onu korkutan da buydu.

“Dün bile diğer kuleler bazı işlerle meşguldü ama bizim tarafımızda şövalyeler ve büyücüler kazı yapıyordu. Neden kazdığımızı bile bilmiyoruz.”

Roan Krallığının güçleri dün bütün gününü toprağı kazmakla geçirmişti.

Tuzak mı kazdıklarını merak etmişti, ancak öyle görünmüyordu.

Sorduğunda, sadece kazdıklarını söyleyerek cevap vermiştiler ve bu onu daha da sinirlendirmişti.

“Bizi dâhil etmiyorlar bile! Hepimiz aynı taraftayız!”

Kıdemlisiyle amcasıymış gibi her zamanki gelişigüzel tavrıyla konuşuyordu. O anda oldu.

“Hmm, Komutan-nim. Akıllarındaki düşünce bu gibi görünüyor. Bunun moralleri için iyi olduğunu düşünmüyorum.”

‘Ha?’

Asker irkildi. Kıdemli onu kapatmak için öne çıktı. Genç asker yavaşça arkasına döndü.

Arkasında bir grup insan taş merdivenleri tırmanıyordu.

Bu kişiler Roan Krallığındaki ezici zaferin ana karakterleriydi.

Genç asker, kızıl saçlı Komutan Cale Henituse’nin yüzündeki sert ifadeyi görebiliyordu. Korkutucu görünmüyordu ama yaklaşması son derece zor görünüyordu.

Arkasında en genç kılıç ustası Choi Han, kara büyücü Mary, şövalyeler ve büyücüler vardı.

Roan Krallığından gelen tüm gruptu.

“…Ah, oo.”

Asker ağzını kapatamadı ve ne yapacağını bilemedi.

‘Beni duydular mı?’

Asker, kendisine gülümseyen birini görebiliyordu. Bu kişiyi tanıyordu.

Dün güney kulesinin askerlerinin önünde kendini tanıtmıştı.

Roan Krallığının Henituse bölgesinden Yardımcı Yüzbaşı Hilsman.

Az önce konuşan Hilsman’dı.

‘Ben ne yapacağım?’

Askerin gözbebekleri titremeye başladı. O anda oldu. Genç asker, Cale ile göz teması kurdu.

“Endişelenme.”

“…Affedersiniz?”

Genç asker şaşkınlıkla sordu.

Komutanın yanından geçerek kulenin tepesine çıktığını görebiliyordu. Komutan, güney kulesine atanan birkaç askerle konuşmaya başladı.

“Sizi zaten bizim tarafımızda olarak görüyorum.”

Cale duygulu konuşmasa da sözler askerin zihninde yankılandı.

“Hep birlikte hayatta kalalım ve sonra bir şeyler içmeye gidelim.”

“Ah.”

Asker, kulenin tepesine doğru ilerlerken Cale’in arkasını izledi. Arkasından gelen kılıç ustası ve kara büyücüyü görebiliyordu.

Ayrıca, güney kale duvarı boyunca sıraya giren insanları görebiliyordu.

Onlar Büyücü Tugayının büyücüleri ve Roan Krallığının şövalyeleriydi. Askerlerin yanından geçtiler ve mümkün olduğunca çıkıntıya yakın durdular.

Biri boş bir ifadeyle izleyen genç askere yaklaştı.

“Ahem, bir şey söylememe izin ver, çünkü moral bozulursa kötü olur.”

Yardımcı Yüzbaşı Hilsman’dı.

Konuşmaya başladığında göğsünü kabarttı.

“Henituse bölgemizde ünlü bir söz vardır. Hayır, aslında tüm Roan Krallığında ünlü olmaya başlıyor. Bu cümleyi düşünmek korkmamanı sağlayacak.”

‘Bu neden bahsediyor?’

Asker, Komutanın sözleri hala zihninde çınladığı için Yardımcı Yüzbaşı Hilsman’ı net olarak anlayamadı. Ancak asker bundan sonra söyleyeceklerini duyduktan sonra Hilsman’a bakmaktan kendini alamadı.

Hilsman konuşmaya başlarken birkaç askerin bakışlarının üzerine düştüğünü hissetti.

“Kalkan kırılmayacak. Ahh.”

Hilsman sanki içki içmiş gibi bir “ah” dedi.

Ancak askerler şaşkınlıklarını gizleyemediler. Cale’in kalkanının güçlü olduğu biliniyordu, ancak bu ifade henüz diğer krallıklara yayılmamıştı.

Yardımcı Yüzbaşı Hilsman, eklemeden önce kafası karışmış askerlere gülümsedi.

“Sadece hatırlayın. Bizim tarafımızda olan herkes bu sözü kalbimizde taşıyor.”

Bizim taraf.

Bu sözler askerin önüne bakmasına neden oldu. Büyücüleri ve şövalyeleri görebiliyorlardı. Hilsman’ın sesi kulağının içinde yankılandı.

“Birlikte savaşırken doğal olarak bunu düşüneceksiniz. Hadi bakalım öyleyse, elimizden gelenin en iyisini yapalım.”

Hilsman, kuleye doğru gözden kaybolan Cale’i hızla takip ederken gruptan ayrıldı.

‘Kalkan kırılmayacak.’

Asker bu cümleyi zihninde tekrarladı. Amcası gibi olan ve gençliğinden beri ona mızrak sanatını öğreten kıdemli askerinin o anda bir yorum yaptığını duydu.

“Endişelenmemize gerek yok gibi görünüyor.”

“…Evet efendim.”

Endişeleri kaybolmuştu.

“Biz sadece üzerimize düşen görevi düzgün yapmalıyız.”

Askerler, en kıdemli askerin konuşmasını duyduktan sonra boru trompetlerini, mızraklarını ve alarmlarını kontrol ettiler. Görevleri savaşın durumunu bildirmekti.

Komutan Cale’in bir video iletişim cihazı olabilirdi, ancak bu askerler, kanınızın vücutta dolaşması için gerekli olan kılcal damarlar gibiydi.

Zihniyetleri biraz değişti.

Bunu bilmeyen Cale, yavaş yavaş ona yetişen Hilsman’a baktı ve tatsız bir ifade takındı.

“Yüzüne ne oldu?”

“Hahaha.”

Hilsman yüksek sesle güldü, Cale ise onu boş verdi. Hilsman’ın askerlere ne söylediğini bilmiyordu, ama gülümsemesi onu şüphelendirmişti. Ancak Cale’in buna dikkat edecek zamanı yoktu.

“Efendim, buradasınız!”

Caro Krallığının şövalyelerinden biri, Hilsman’ın arkasındaki kulenin tepesine çıktı. Cale’e yardım etmekle görevlendirilen şövalyeydi.

Aynı zamanda şifacı bir aileden gelen biriydi.

Veliaht prens Valentino, daha yüksek bir statüde olmasına rağmen Cale’den defalarca özür dilemişti. Özür içtendi.

Ayrıca Cale’in grubunun iyi olacağını söylemesine ve bu şövalyeyi ve basit iyileştirme yapabilen bir büyücüyü kulelerine göndermesine rağmen, Cale’i şifacılar olmadan savaşa göndermekten rahatsız olduğunu söylemişti.

Sadece iki kişi. Sadece iki kişi olmalarına rağmen Cale, Valentino’nun gerçekten elinden gelenin en iyisini yaptığını hissedebiliyordu. Birkaç asker daha göndereceğini söylemişti.

Elbette Cale onlara ihtiyaç olmadığını söylemişti.

Bir ton parası ve iksiri vardı. Cale, uzaysal boyutunda en yüksek dereceli iksirlerle ortalıkta dolaşan biriydi. Kendi halkına göz kulak olabilecek durumdaydı.

“Bugün rüzgâr oldukça sert.”

Cale başını salladı.

Bakışları önündeki manzaraya odaklanmıştı.

Fuuuuuuuuuu-

Sert rüzgârlarla birlikte kıyıları görebiliyordu.

Büyük gemileri de görebiliyordu.

Güney kulesinin solunda da büyük bir dağ vardı.

Cale konuşmaya başladı.

“Ölüm Vadisini de görebiliyorum.”

Uzak güneydeydi. Ölüm Vadisi dağ ve kıyılar arasında bulunuyordu. Bu çöl, Caro Krallığının güney bölgesinin çoğunluğunu oluşturuyordu.

Güneş batmak üzere olduğundan, çölün kumları hala kan kadar kırmızıydı.

Caro Krallığının şövalyesi hızla konuşmaya başladı.

“Ölüm Vadisi’ni görüyor olabilirsiniz ama bize zarar vermeyeceği için endişelenmenize gerek yok. Düşmanın da o yöne kaçması için bir sebep yok.”

Şövalye, komutanın gülümsemeye başladığını görebiliyordu.

“Evet. Onlar kaçamazlar.”

Şövalye, Cale’in alçak sesinden bilinmeyen bir ürperti hissetti, ancak hemen kendine geldi ve oraya gelme nedenini açıkladı.

“Görünüşe göre bu durgunluğu sürdüreceğiz ve savaş yarın sabah başlayacak.”

“Neden?”

“Geceleri gerilla taktiği kullanmanın zor olduğu bir bölge burası ve iki tane büyük ordunun gece savaşması kolay değil.”

Şövalye biraz rahatlamış bir ifadeyle kıyıya baktı.

“Üstelik düşman henüz gemilerinden kendini göstermedi.”

Gerçekten de durum buydu.

Düşman gemilerinin üzerinde yürüyen bazı insanları görmelerine rağmen, başka kimseyi görmemişlerdi. Bu, hepsinin gemilerinin içinde olduğu anlamına geliyordu.

“İlerleyebilmek için ya yürümeleri ya da at gibi bir şey kullanmaları gerekecek, ancak hala gemilerin içinde olmaları, bugün saldırmayacaklarını bize düşündürüyor. Onlar da saldırmadan önce hazırlanmak zorunda sonuçta.”

Caro Krallığının bu kadar kendinden emin olmasının sebeplerinden biri de buydu.

Sahadaki bir savaş, her iki tarafın da kartlarını ortaya çıkarmasını gerektiriyordu.

Bu yüzden güneş batarken bile kendilerini göstermemeleri, şefi savaşın yarın başlayacağına inandırdı.

Cale başını sallarken hiçbir şey söylemedi.

Şövalye başını eğdi.

“O zaman ben hazırlanmak için geri döneyim.”

“İyi.”

Şövalye, merdivenlerden aşağı inmeden önce başka bir emir vermeyen Cale’e tuhaf bir bakış attı.

‘O bugün sessiz.’

Cale’in piskoposu nasıl lanetlediğiyle ilgili hikâye ortalığı birbirine katmıştı. Belki de bu yüzdendi ama şövalye, Cale’in bu sessiz tarafını görüp diğer zor tarafını duyduktan sonra komutana şaşkınlıkla baktı.

“Raporumu verdiğim için sadece kale duvarında beklemem gerekiyor-”

Cümlesini bitiremedi.

Gıccccccccccr-

Şövalyenin kulaklarına keskin bir ses ulaştı.

“Uh!”

Gürültüyü duyduktan sonra elleriyle kulaklarını tıkadı, ancak ellerini hızla kulaklarından çekmek zorunda kaldı.

Boooom.

Yer sallanmaya başladı.

“Ha?”

Hemen duvara tutundu.

Fiiuuuuuuuuvv-

Boom. Boom.

Çok sayıda gürültü duyulabiliyordu.

‘Ne oluyor?’

Şövalye, merdivenlerden aceleyle inerken destek almak için duvarı kullandı. Alttaki haberci askeri görebiliyordu.

Genç askerin elindeki kılıç yere düştü.

Yüzü korku doluydu.

‘Belki de?’

Şövalye başını çevirdi. Aynı zamanda, Leona Kalesini yüksek bir gürültü doldurmaya başladı.

Biiiiiiiiiiiip- Biiiiiiiiiiiiiiiiiiip-

Savaş.

Bu savaşın başladığını haber veren alarmdı.

“…Bu.”

Şövalyenin gözleri kocaman açıldı.

Gırrrrrrrr, gırrrrrrrrrrr.

Tekerleklerin sesiydi.

Gırrrrrrrrrrrr-

Ancak, çok geçmeden sanki yuvarlanmaya alışmış gibi ses çıkarmayı bıraktı.

Boooom. Boom.

Yer sallanmaya devam etti.

Hayır daha doğrusu, kıyı sallanıyordu.

“Ne oluyor be……!”

Şövalye ağzını kapatamadı.

Gemiler onlara doğru geliyordu.

Büyük gemiler sudan çıkmıştı ve kaleye doğru geliyorlardı.

Gemilerin altında tekerlekler vardı.

Bu tekerlekler gemiyi karada hareket ettirmek için dönüyordu.

Büyük gemiler hareket etmese de düşmanın küçük ve orta boy gemileri karada ilerliyordu.

‘Bu mümkün mü?’

Şövalyenin aklındaki düşünce buydu ama şu an sorun bunun mümkün olup olmadığı ile ilgili değildi. Bunu kendi gözleriyle görüyordu.

O an aklından bir düşünce geçti.

‘Kuzey kıyılarının tamamı kum tepelerinden oluşuyor……!’

Caro Krallığının kuzey kıyıları kum tepeleriyle ünlüydü.

Ancak, orta kıyılar, tüm Caro Krallığında bu kadar fazla kuma sahip olmayan tek kıyılardı.

‘… Yani orta kıyıları seçmelerinin nedeni başkente yakın olması değil!’

Şövalye bir şey söyleyemedi.

Okyanusu aşması gereken küçük ve orta boy gemiler, büyük arabalar gibi onlara doğru geliyorlardı.

Hızları inanılmazdı.

Güneş batarken onlara doğru ilerleyen yüzlerce gemi, üzerlerinde önemli miktarda baskı yarattı.

Daha sonra gemilerin tepesinde görünen insanları fark ettiler.

“Mm!”

Dayanamayıp inledi.

Boom. Boom.

Ayılar, yerde gümbürdeyen gemilerin tepesindeydi. Büyük gölgeleri birer birer gemilerin tepesinde belirmeye başladı.

“…Ayı kabilesi.”

Ayılar çılgın moduna dönmüş durumdaydı.

Gemilerin tepesindeki Ayılar, Ayıların en güçlüleri olarak bilinen Boz Ayılar ve Kutup Ayılarıydı. Ayı kabilesini bekliyorlardı, ancak bu kadar önemli sayıda olacaklarını kestirememişlerdi.

Şövalyenin gözbebekleri donanmanın önünde orta büyüklükteki gemiyi gördükten sonra titremeye başladı.

“Kahahahah!”

Geminin tepesinde çıldırmış halde gülen biri vardı.

Boyu 3 metreye yakın olan bir Ayıydı.

Beyaz kürk.

Çılgın Kutup Ayısı kırmızı gözlerle kaleye doğru koşuyordu.

Diğer Ayılar da onun kahkahalarına karşılık veriyormuş gibi gülmeye başladılar. Bu sahne, daha önce hiç savaş yaşamamış asker ve şövalyelerin korkmasına neden oldu.

Gıjjjjjjjjjjjj- bum!

Büyük gemilerin kapıları açıldı.

Askerler onlardan karınca gibi çıktı.

Düşman askerlerinin bitmek bilmeyen inişi şövalyenin yutkunmasına neden oldu.

“Bölünün!”

Kutup Ayısının çığlığı kıyılarda yankılandı.

O anda gemiler üç gruba ayrıldı.

Biiiiiiiiiip- Biiiiiiiiip-

Leona Kalesinde alarm hala çalıyordu.

Ancak şövalye alarmı artık duyamıyordu. Sadece Ayıları, gemileri ve arkalarında düşman şövalyeleri olan düşman askerlerini görebiliyordu.

‘Ne……!’

Düşman avantajı eline almıştı.

Şövalye bunu hissedebiliyordu. Basınç seviyesi farklıydı.

O anda oldu.

Pat.

Şövalye arkasını dönerken şok içinde irkildi. Elini omzuna koyan kişiyi görebiliyordu.

“…Komutan-nim.”

Komutan Cale’i görebiliyordu.

Kılıcı almak için eğilmeden önce elini şövalyenin omzundan çekti.

“Kendine göz kulak ol.”

Daha sonra kılıcı düşüren genç askere teslim etti.

Asker kılıcı titreyen ellerle aldı. Cale yanından geçmeden önce askerin omuzlarını sıvazladı.

“Düşmanlar önümüzdeyken silahını kaybedemezsin.”

Kendinden emin sesi de sakindi.

Komutan, askerlerin yanından geçti ve çıkıntıya yakın durdu.

Bazı açılardan burası en tehlikeli noktaydı.

Ancak asker, komutanın rahat bir ifadeyle gülümsediğini görebiliyordu. Titreyen elleri sonunda titremeyi bıraktı.

O sırada komutanın sesini duydu.

“Choi Han.”

“Evet, Cale-nim.”

Asker, kendisinden sadece bir ya da iki yaş büyük görünen kılıç ustasının Cale’in yanında durduğunu görebiliyordu.

Choi Han, Cale’in konuşmasını bekliyordu.

Cale, kale duvarına baktı.

Muhafız Şövalye Clopeh’in ona söylediklerinin bir kısmını hatırladı.

‘Ayı kabilesi büyük olasılıkla Caro Krallığına giden filoya liderlik ediyor. Toprak istiyorlar. Muhtemelen gizli bir silah da saklıyorlar. Ayı kabilesi ve Alev Cüce kabilesi kurnazdır ve bir sürü sırları vardır.’

Cale konuşmak için ağzını açtı.

“İşte buydu.”

Bu gemiler gizli silahtı.

Sihirli aletler yapamasalar da Alev Cücesi kabilesi mekanik aletler yapmakta yetenekliydi.

– İnsan, gemilerden gelen sihirli taşların gücünü hissedebiliyorum.

‘Alev Cücesi kabilesi en karanlık ve zeki olanıdır.’

Raon’un sesi ve Clopeh’in paylaştığı bilgiler Cale’in zihninde birbirine karıştı.

‘Sihirli aletler yapamıyorlar mı? O gemi mana tarafından mı hareket ettiriliyor?’

Cale gülümsemeye başladı.

“Kahahaha! Bana gel!”

Cale, güney kulesine doğru ilerleyen çılgın Boz Ayıların sesini duyabiliyordu. Daha önceki büyük Kutup Ayısı merkez kuleye doğru gitmişti.

Sinsi oldukları için, o yüksek sesle bağırışlar ve kahkahalar muhtemelen sadece bir roldü.

“Affedersiniz, komutan-nim. Merkez kuleden bir çağrı alıyoruz.”

Kulede görevlendirilen büyücü ihtiyatla görüntülü iletişim cihazını Cale’e sundu. Ancak Cale’in ona bakmadan konuşmaya başladığını görebiliyordu.

“Zaman avantajını elde etme şansını kaybedemeyiz.”

“Affedersiniz?”

O an şok içinde sordu.

“Choi Han.”

“Evet, Cale-nim.”

Cale, kale duvarının altını işaret etti. Güney kulesine giden grubun önündeki geminin tepesindeki Boz Ayıları görebiliyordu. Cale gemiyi işaret etti.

“Kır şunu.”

Bunu söylediği an.

Tak.

Hafif bir adım sesi duyulabiliyordu.

“…Ah!”

Genç asker nefesini tutamadı.

Choi Han uçuyordu.

Siyah saçlı kılıç ustası kale duvarını tekmeleyerek uçuyordu.

Kılıcını gökyüzüne doğru yükselen siyah bir aura kaplamıştı.

h3><< Previous Chapter | Index | Next Chapter >>

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *