Biiiiiiiiip- Biiiiiiiiiiiip-
Başkent genelinde pencereler açılmaya başladı.
“Ne oluyor?”
Şövalyelerin kaotik çığlıkları duyulabiliyordu, ancak kimse onlara dikkat etmiyordu.
Surun etrafında, surların tepesinde ve başkentin çevresinde nöbet tutan askerler sadece gökyüzüne boş boş bakabiliyorlardı.
– Ahhhhhhhhhh-
– Ahhhhh!
Gökyüzündeki görüntüde, siyah golemler parçalanmaya başladı.
Siyah dumanla birlikte çığlık sesleri yükseldi.
“…İmparatorluğumuz böyle bir şey mi yaptı?”
Pencereden bakan bir vatandaşın elleri titriyordu. Golemler ortaya çıkmadan önce kimi gördüğünü düşündü.
Siyah bir sıvıyla dolu bir kabın elinde gülen, bir yığın iskeletin üzerindeki terasta bulunan İmparatorluk Prensi Adin’di.
Neden o iskelet yığını ve bu golemlerden gelen çığlıklar aklında birleşiyor gibiydi?
“Tatlım, t, bu-”
Karısının titreyen ellerini tutmak için uzanan adamın elleri daha da fazla titriyordu.
Simyacıların Çan Kulesinin Kule Ustasının öğrencisi.
Sefillikten zenginliğe yükselmenin simgesi olan Honte.
Patlıyordu.
Bomba gibi patlıyordu.
Askerlere, İmparatorluğun yurttaşlarına doğru patlıyordu.
İmparatorluk Prensi, bu olurken sadece astlarıyla kaçıyordu.
Kalan askerleri kurtaran düşmanlardı.
Askerleri kurtaran kişinin yüzü tanıdıktı.
Cale Henituse.
O, İmparatorluğun başkentinde Onur Madalyası alması dolayısıyla oldukça iyi tanınan Roan Krallığının kahramanıydı.
Yabancı bir milletten biri İmparatorluğun askerlerini kurtarmak için kan kusarken, İmparatorluğun sözde direği İmparatorluk Prensi gülerek kaçıyordu.
“…Bu nedir? Bu gerçek mi?”
‘O görüntü gerçek mi?’
Görüntüler, Adin’in iskelet yığınının üzerinde gülümsediğini göstermek için geri dönmüştü.
Videonun odağı yavaş yavaş Adin’den uzaklaştı.
Sonunda durana kadar gitgide uzaklaştı.
Görüntüler gizli geçitten çıkmıştı ve şimdi Simyacıların Çan Kulesini gösteriyordu.
‘…Belki de?’
Simyacıların çağırdığı golemlerin yanı sıra, bir bombaya dönüşen ve siyah sıvıyı püskürten Honte.
İskelet yığınının etrafındaki siyah sıvı.
“Anne, baba?”
Gözlerini ovuştururken uykulu oğullarının onlara doğru yürüdüğünü görebiliyorlardı. Hala yarı uykuda olan ve kardeşinin elini tutarak onlara doğru yürüyen kızlarını görebiliyorlardı.
Karmaşa içinde olan ebeveynlerin gözleri hızla geri döndü.
O anda oldu.
Bam! Bam, bam!
Kapıya birinin vurduğunu duydular.
Adam temkinli adımlarla kapıya doğru yürüdü. Kapının dışından gelen tanıdık bir ses duydu.
“Patron, benim, Sam.”
Restoranında çalışan işçi, kenar mahallelerden gelen Sam olduğunu anladıktan sonra kapıyı açtı. Her zaman çok çalışan biriydi.
Kapı açıldı.
“…Sam.”
Elinde bir kalkan ve yüzünde katı bir ifade olan Sam’i görebiliyordu. Ayrıca Sam’in omzunun yanından geçenleri görebiliyordu.
Bam, bam, bam!
Hala uyuyan evlerin yanı sıra ışıkları açık olan diğer evlerin kapılarına vuran daha fazla insan görebiliyordu. Bu insanlar nereden gelmiş olabilirdi? Böyle bir soru sorulmasına gerek yoktu.
Gecekondulardaki karanlığın içinden gelen ve yayılan birçok insan görebiliyordu.
“Patron, kaçmalıyız.”
Sam bunu söylerken adama bir video kayıt küresi uzattı.
“…Sam, bu…?”
“Patron, kız kardeşim Adin’in aşağıya bakıp güldüğü o iskelet yığınının içinde.”
Adam Sam’in kanlı gözlerini görebiliyordu.
Ayrıca dışarıda daha fazla insanın bağırdığını duyabiliyordu. Hepsi bağırarak ara sokaklarda koşuyorlardı.
“Kaçmanız gerekiyor!”
“Başkentin dışına kaçın!”
“Aksi takdirde görüntülerdeki askerlere yaptıkları gibi öleceğiz!”
“Simyacıların Çan Kulesinin gerçek kimliği yasak büyü!”
Devriyede olan şövalyeler hemen onları işaret ederek askerlere doğru bağırdılar.
“Saçma sapan şeyler söyleyen p*çleri yakalayın!”
Bunlar, asker arkadaşlarının Honte adlı bomba tarafından neredeyse öldürüldüğünü görmüş olan askerlerdi.
Devriye ve gözetlemeye katılmışlardı ve ayrıca kaptanlarının emrettiği gibi bazı liderlerin İmparatorluk Sarayında saklanmasına yardım etmişlerdi.
Ancak İmparatorluk Prensi ve liderlerinin askerleri ölüme terk ederken kaçtıklarını bilmiyorlardı.
“Hareket etmeyecek misiniz?!”
Askerler tereddüt etti ve kimse hareket etmeye başlamadı. Görüntüler, bu süre zarfında zeplin üzerinde tekrar tekrar oynatılmaya devam etti.
“Sizi aptal p*çler!”
Şövalye öfkesini daha fazla tutamadı ve kılıcını çıkardı. Daha sonra kılıcını diğerlerine kaçmalarını söyleyen en yakın kişiye doğru salladı.
“Böyle saçma sapan şeyler söylemeye nasıl cüret edersin!”
O anda beyaz zırhlı kızıl saçlı bir şövalye geldi ve kalkanını açtı.
Bam!
Şövalyenin kılıcı ve beyaz zırhlı şövalyenin kalkanı çarpıştı ve yüksek bir patlama yarattı.
“Kim-!”
İmparatorluğun şövalyesi beyaz zırhlı şövalyenin yüzünü gördü ve şok içinde bağırdı.
“…Rex!”
Kızıl saçlı şövalye Rex’ti.
Bu ismi duyduktan sonra sıradan vatandaşların bakışları Rex’e kaydı.
Rex.
Bu isim başkentte ve tüm imparatorlukta ünlüydü.
O, sarayı yok eden ve Simyacıların Çan Kulesinin Kule Usta Yardımcısını öldürmeye çalışan şövalyeydi.
Kraliyet ailesi onun başına ödül koyduğunda Rex hakkındaki söylentiler orman yangını gibi yayılmıştı.
Kule Ustasının öğrencisi Honte gibi sefillikten zenginliğe uzanan başarılı bir hikâyeyi yaşayabilecek bir şövalyeydi. Ancak, o artık sadece korkunç bir teröristti.
İnsanların şu anda Rex hakkında düşündükleri buydu.
Görünüşü vatandaşların Rex’in suçunu bir kez daha düşünmesine neden oldu.
‘…Simyacıların Çan Kulesinin Yardımcı Kule Ustasını öldürmeye çalışan kişi-‘
Ancak, Simyacıların Çan Kulesinin yasak büyünün kaynağı olduğunu haykıran insanlar vardı.
Ayrıca Kule Usta Yardımcısının golemlere emirler verdiğini de görmüşlerdi.
Yapbozun tüm parçalarını bir araya getiren vatandaşlar, Rex’in bağırmaya başladığında boynundaki damarlarını görebiliyordu.
“Lütfen koşun! Şehrin dışına kaçın! Başkent yok edilecek!”
İmparatorluğun şövalyesi şok olmuş gibi karşılık verdi.
“Bu ne saçmalık! Başkentin yıkılmasına imkân yok!”
Kılıç ve kalkan hala birbirine çarpıyordu. Şövalye Rex’e dudak büktü ve alçak bir sesle sessizce mırıldandı.
“Ne planladığını bilmiyorum ama sırf istedikleri için kaçabileceklerini mi sanıyorsun?”
Şövalye daha sonra Rex’in dudaklarını görebiliyordu.
Rex’in dudaklarının köşeleri yukarı kalkmaya başlamıştı.
“…Gülümsüyor musun? Bu ne cürret?”
O anda.
Baaaaaaaaam!
Baaaaaaaaam! Baaaaaam!
Şövalye neredeyse kılıcı eline düşürecekti.
Yer sallanmaya başladı.
Başını çevirdi.
‘Ses nereden geliyor? Hangi yöne bakmam gerekiyor?’
Ancak, bu tür endişelere gerek yoktu.
Altın bir ışık ve kırmızı bir ışık Kuzey, Güney, Doğu ve Batıya doğru fırladı.
Panter mi? Kaplan? Bir kurt?
Tanımlanması zor bir vahşi hayvan şeklindeki ışık demetleri, çenelerini başkentin duvarlarına doğru açtı.
Daha sonra yuttular.
Baaaaaaaaam! Baaaaaaaaam!
Üç altın ışık ve bir kırmızı ışık vardı.
Rosalyn, başını çevirmeden önce güney duvarını yıkmakta olan kırmızı kaplana bakarken sihirli çemberin ortasında duruyordu. Eruhaben Kuzey, Doğu ve Batı duvarlarını toza çeviriyordu.
Rosalyn, sırıtan Ejderha ile göz teması kurdu.
Ejderhanın gözbebeklerine baktı ve sırtında bir ürperti hissetti.
Hissedebiliyordu.
‘Belki de bu Ejderhanın öfkesi benimkinden bile büyüktür.’
Ejderha arkadaşlarını kaybetmiş ve ini yok edilmişti. Hayatını bile hedeflemişlerdi.
Bunca zaman öfkesini içinde tutabilmesi şaşırtıcıydı.
Ejderhanın beyaz altın manasından yapılan vahşi hayvanlar şehir surlarını yıktı.
Baaaaaam! Baaaaam!
Bu kadar şiddetli patlamalardan sonra bile duvarlardan her hangi bir parça düşmedi.
Hepsi toza dönmüştü.
Ejderha daha sonra Rosalyn ile konuşmaya başladı.
“Kalan sonuncuyu bitirmemiz gerekiyor, değil mi?”
Rosalyn o anda iki kolunu da göğe kaldırdı.
Sihirli çemberdeki kırmızı mana gökyüzüne fırladı. Beyaz altın mana, kırmızı mana sütunuyla iç içe geçmişti.
Şimdi pembe altın renginde olan ışık daha sonra büyük bir yılana dönüştü.
Eruhaben’in parmağı bir yönü işaret etti.
İmparatorluğun başkentinin merkezinde bulunan en yüksek binaydı.
Tüm Batı kıtasındaki her şeye tepeden bakan en yüksek bina olan Simyacının Çan Kulesiydi.
“Git.”
Kadim Ejderhanın emirlerini alan pembe altın yılan, Simyacıların Çan Kulesine doğru yöneldi. Ateş ve tozdan yapılmıştı. O yılanın kafası onlarca başa ayrıldı.
Daha sonra oklara dönüştüler ve dağıldılar.
Rosalyn o anda bağırdı.
“Bütün acil çıkışları yok edin!”
Onun iradisini taşıyan pembe altın oklar, Cale’in grubunun son iki gün içinde keşfettiği Simyacıların Çan Kulesinin acil çıkışlarını yok etmeye başladı.
Sadece ana giriş ve Cale ve Kara Elflerin sızdığı başkentin dışındaki dört gizli geçit, kadim Ejderha ve gelecekteki Sihirli Kulenin Kule Efendisinin saldırıları Simyacıların Çan Kulesine karşı çatıştığında olduğu gibi kaldı.
Baaaaaam! Bam! Baaaaam!
Simyacıların Çan Kulesi sallanmaya başladı.
“Ahhh! Çan Kulesi sallanıyor! Ne oluyor?”
“Bilmiyorum! Bu saldırılar birdenbire nereden geliyor?!”
Çan Kulesinin içindeki insanlar kaos ve kafa karışıklığıyla doluydu. Onları en çok şaşırtan şey havada beliren zeplin oldu.
Ormanda patladığı söylenen Simyacıların Çan Kulesi tarafından yapılan zeplin sağlam görünüyordu.
Simyacıların bir kaos halinde olmaları şaşırtıcı değildi.
“Ben, ben ona haber vermeliyim!”
Simyacılardan biri hızla Çan Kulesinden geçmeye başladı. Merdivenlerden aşağı koşmaya başlarken karşılaştığı insanlar umurunda değildi.
Kapıyı çekti ve gizli yeraltı bölgesine varır varmaz içeri daldı.
“Ekselânsları!”
Simyacı İmparatorluk Prensi Adin’in odasına koştu.
Kule Usta Yardımcısı şu anda bir savaş esiriydi. Kule Ustası Doğu kıtasından dönmemişti. İmparatorluk Prensi onlardan sonra en yüksek rütbeli kişiydi.
İmparatorluk Prensinin tekerlekli sandalyesinde yüzünde sabırlı bir ifadeyle oturduğunu görebiliyordu.
“…Zeplinimiz başkentte mi göründü?”
Simyacı, başını şiddetle sallamadan önce buraya gelmiş gibi görünen bir şövalye görebiliyordu.
“Evet olan bu, majesteleri!”
Boooooooooooooom.
O anda Çan Kulesinin sallandığını hissedebiliyorlardı.
“Ve-”
Şövalye cümlesini tamamlayamadı. Ani düşman saldırısı. Aynı zamanda görüntüler.
Her şey bir anda olmuştu.
“Acele et ve bana söyle.”
Şövalye başını kaldırıp İmparatorluk Prensi Adin’in kesinlikle hiçbir duygu göstermediğini gördü.
“Sana orada neler olup bittiğini anlatmanı söylediğimi hatırlıyorum.”
“Evet, acele edin ve majestelerine haberleri verin! Ne oluyor?!”
Adin ve astları bu yeraltı bölgesinde oldukları için bilgisizdiler. Şövalye gözlerini kapatıp bağırırken onlara bakmadı.
“Gösterilen görüntüler var!”
“…Görüntüler?”
Adin şarap kadehini daha sıkı tutarken şövalye bağırmaya devam etti.
“Bu yeraltı, majesteleri, bu yeraltı bölgesi açığa çıktı!”
“…Ne?”
Adin’in elindeki şarap kadehi kırıldı ve yere düştü.
Aklı, tüm bu ani olaylardan dolayı bir karmaşa içindeydi, ancak çabucak bir sonuca varabilirdi.
Zeplin yanı sıra bu yeraltı alanı da keşfedilmişti.
Tek bir cevap vardı.
Her şey açığa çıkmıştı.
Cale Henituse olduğundan emindi.
Eğer öyleyse, o p*ç kurusu ne yapardı?
‘O bana benzeyen ama benden farklı olan biri. Bir başkasını nasıl boğarak öldüreceğini bilen biri!’
Ardından Adin konuşmaya başladı.
“Dört gizli geçidin girişine derhal barikat kurun!”
O emri verdiği andı.
Baaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaam! Baaaaam!
Terasın dışında. Terasın dışında yüksek bir ses duydular. Adin ve astları pencereden dışarı baktılar.
Dört gizli geçit sadece karanlıktı. Ama o yollardan gelen, karanlığı kesen insanlar vardı.
Yeraltı salonuna gelen ilk kişiyi gördüler.
“Hahahah!”
Kara Elf, Tasha. Yüksek sesli kahkahası salonu doldurdu. Ancak gözleri öfke doluydu.
Elementaliyle yapılan rüzgâr oklarıyla çevrili şekilde ileri atıldı.
“Hepsini süpürün!”
Kara Elfler, Tasha emri verdikten sonra saldırmaya başladı.
Saldırıları iskelet yığınına değil, siyah sıvıyla dolu kaplara yönelikti.
Baaaaam! Baaaaam! Baaaaam!
Bu konteynerler patlamaya başladı.
Ölü mana dökülmeye başladı.
Terasın içindeki odanın içinde, tüm insanlar bağırmaya başladı.
“H, hayır!”
“Kaçmalıyız!”
Ölü mana gökyüzüne fırladı. İmparatorluk doktoru, siyah sıvı bir şey görmelerini engellediği için çığlık attı.
“O, orada!”
Biri yaklaşıyordu.
Ölü manayı kesen ve terasa doğru ok gibi ilerleyen birini görebiliyorlardı.
Rüzgâr, Cale’in ayaklarının etrafında dönüyordu.
Cale’in bakışları sadece terasa odaklanmıştı.
Adin’in önüne varması sadece birkaç saniyesini aldı.
– İnsan, seninle birlikte yapacağım!
Görünmez Raon’un kara manası terastan geçti.
Baaaaam!
Adin’i salondan ayıran cam kırıldı.
Kırık camlar terasa fırladı.
“Aaaaaaa!”
“Kaçının!”
Diğerleri İmparatorluk Prensini korumak için hareket ederken, camdan kaçmak için kıvrılan insanlar vardı. Ancak hareketleri şoktan dolayı yavaştı.
“H, hayır!”
Özellikle ayaklarındaki rüzgâr nedeniyle onlardan çok daha hızlı olan Cale, terasa hızla girdi.
Sadece bir noktaya bakan Cale elini uzattı.
Daha sonra gülümsemeye başladı.
“Ugh!”
‘Seni yakaladım.’
Kaşlarını çatan Adin’e baktı ve kulağına fısıldadı.
“Normal bir Yasak Büyücü değilsin, değil mi?”
Normal Yasak Büyücüler, ölü manayı emdikleri anda orta dereceli Yasak Büyücüler olurlardı.
Ancak Raon, Adin’in başlangıç seviyesinde olduğunu söylemişti.
“Ah, sen, ah!”
Adin bir şeyler söylemeye çalıştı ama çok geçti.
Cale, hâlâ Adin’in boğazını tutarken elini terasın dışına doğru salladı. Raon, Cale’i büyüsüyle destekledi.
“Ekselânsları!”
Adin pencereden dışarı atıldı.
“M, majesteleri!”
“Hayır, yakalayın onu!”
Adin düşmeye başladı.
“Öhhöö, ah!”
Nefesini düzene sokmaya çalışan Adin, vücudunun düştüğünü hissedebiliyordu.
Aşağı düşüyor ve daha da düşüyordu.
Sırtına hiçbir şey dokunmuyordu.
Düşerken yukarı baktığında terası görebiliyordu.
O anda terastan düşen biri daha vardı.
O kişi yine Adin’in boynunu tuttu.
O kişi, Cale Henituse, Adin’in kulağına fısıldarken parlak bir şekilde gülümsüyordu.
“Orada ne kadar süre oturup aşağıya bakabileceğini düşünüyordun?”
Cale, Adin’in boynunu bıraktı.
Bunun yerine elinde gümüş bir kalkan belirdi. Cale, Adin’in geçen sefer söylediklerini hatırladı.
‘Aşağı bakmanın eğlenceli olduğunu söylemişti, değil mi?
Lanet p*ç. Ne saçmalık ama.’
Gümüş kalkan, düşen Adin’i yere çarptı.
“Ugh!”
Adin inlediğinde Cale kendi kendine mırıldandı.
“Ah, ne kadar ferahlatıcı.”
Adin ve Cale.
İkisi de yüzlerinde farklı ifadelerle yere yığılmıştı.
Siyah aurasıyla Choi Han ve etrafındaki ölü manayla Tasha ikisine doğru hücum etti.
———-
Lütfen bizi desteklemeye devam edin! Ve bir hata görürseniz ya da bir öneriniz varsa lütfen yorumlarda belirtmekten çekinmeyin! Kesinlikle cevap vereceğimdir, eheh (=w=)