Eruhaben de irkildi.
“…Geri ödemek mi?”
Kafa karışıklığı içinde diğer insanlara baktı. Choi Han eskiyi düşünen bir bakışla başını salladı.
“Haklısınız. Kesinlikle yapılanı geri ödemesi gerekiyor.”
Eruhaben’in yanında süzülen Raon sevinçle bağırırken Mary de başını salladı.
“Haklısın! Yemeklerin için ödeme yapmalısın! Bu dünyada bedava yemek diye bir şey yoktur! Ben bile yemeklerimin parasını ödedim ve harçlık olarak da 20 gümüş alıyorum!”
Eruhaben’in ifadesi daha da kötüleşmeye devam etti. Ardından Cale’in tekrar Pendrick ile konuştuğunu duydu.
“Elflerin materyalist olmadığını duydum. Yaptığın iyilik için karşılık istemeyeceksin, değil mi?”
Kibar bir tonda konuşuyordu. Yanlış bir ifade de değildi.
Cale, Elf Köyünün onu nasıl kullanmaya çalıştığını hatırladı ve Pendrick ile diğer Elfleri nasıl kullanabileceğini düşündü.
Sonra sakince sessiz Pendrick’e seslendi.
“Hmm? Pendrick, aynı fikirde değil misin?”
“…Yapacağım.”
“İyi!”
Pendrick, parlak bir gülümsemeyle omzunu sıvazlayan Cale’i boş boş izledi. Buraya gelir gelmez kendini nasıl bir belaya bulaştırdığını merak ediyordu. Cale o anda ona iyi görünümlü beyaz bir rahip cübbesi verdi.
Bu, grubun geçmişte Aziz Jack ile rahip gibi davranırken giydiği kıyafetin aynısıydı.
“Tamamdır, hadi işe başla.”
“Ahem, çok çalış.”
Cale nazik bir sesle emri verirken Eruhaben sahte bir öksürük çıkardı ve geri adım attı. Pendrick, Cale’den cüppeyi almadan önce boş gözlerle onu izlemeye devam etti.
Bir saat sonra, Cale’in beraberinde getirdiği bir rahip, güney kale duvarının altından kutsal beyaz bir ışık yaymaya başladı.
* * *
Leona Kalesi Savaşı.
O savaşın sonunda gelen şey, başka bir savaştı.
“Aigoo, sırtım. Sanırım askerliği bırakmamın zamanı geldi.”
“On beş yıldır askersin, bunu uzun zamandır yapıyordun. Emekli maaşını alıp restoran açacağını duydum?”
“Planım öyle.”
20 yaşından beri bu işi yapan asker kaya yığınına otururken sırtını sıvazladı.
Yanındaki genç bir asker konuşmaya başlamadan önce Leona Kalesine baktı.
“Savaşın ardından başka bir savaş olduğunu söylediklerinde ne demek istediklerini sonunda anlıyorum.”
Leona Kalesi ve önündeki kıyılar.
Birçok kişi şu anda burada meşguliyet içinde hareket ediyordu. Bölgeyi savaştan önceki haline döndürmek için çalışıyorlardı.
Genç ve yaşlı asker, kale duvarını onarmak için görevlendirilen iki kişiydi.
“Savaş bittikten sonra birkaç gün dinlenip rahatlayabileceğimizi düşünmüştüm.”
Yaşlı olan genç askerin yorumunu duyduktan sonra homurdandı.
“Seni küçük serseri. Ölü mananın tamamını temizlemedik bile. En azından bizi iyi besliyorlar.”
“Sanırım bu doğru.”
Caro Krallığı, zafer kazandıktan sonra askerler için görkemli ziyafetler veriyordu. Zafer günü içki bile vermiştiler.
Yaşlı adam, gerçek düşündüğünden farklı olduğu için hayal kırıklığına uğramış gibi görünen genç askerle konuşmaya başladı.
“Çünkü majesteleri adil bir insan. Gelecekteki saldırılara karşı savunmak ve savaş bittiğinde normal hayatlarımıza dönebilmek için bunu yapmalıyız.”
Konuşmaya devam ederken çenesiyle merkez kuleyi işaret etti.
“Üst düzey insanlar bile şu anda dinlenmiyor.”
Kaşlarını çatmaya başladı.
“Yaralı olduğu için hareket edemeyen insanlar da var. Şu anda biz nasıl dinlenip rahatlayabiliriz?”
“…Komutan-nim şu anda iyileşiyor, değil mi?”
“Evet. Öyle dediler.”
Genç asker de kaşlarını çatmaya başladı.
Kimden bahsediyorlardı?
Caro Krallığından biri değildi.
Cale Henituse, Roan Krallığının kuzeydoğu bölgesinin komutanı. Bahsettikleri kişi buydu.
Cale Henituse’nin Roan Krallığında yaptığı gibi büyük kalkanını kullandığı ve şu anda vücudundaki hasarı iyileştirdiği söyleniyordu.
“Ve Roan Krallığından gelen insanlar şu anda en meşgul kişiler, bu durumda burası bizim bölgemiz iken biz nasıl gevşeyebiliriz?”
Yaşlı adamın bakışları kıyılara yöneldi.
Geçmişte korkunç ve kötücül olduğu söylenen Kara Elflere baktı. O Kara Elfler şu anda kalan ölü manayı toplamak için Elementallerini kullanıyorlardı.
Ölü manayı biraz daha çabuk arındırmak için gece gündüz dinlenmeden çok çalışıyorlardı.
Onları izlemek yaşlı askerin kendisini suçlu hissetmesine neden oldu.
Bilmediği şey ise Kara Elflerin tüm bu ölü manayı toplamaktan son derece mutlu olduğuydu. Daha önce hiç bu kadar büyük ve değerli bir ölü mana yığını görmemişlerdi.
“Hey, hey. Hepsini toplayın ve geride bir damla bile bırakmayın. Bunların hepsi değerli ilaçlar, harika ilaçlar.”
Tasha, onları hızlı hareket etmeye çağırırken yalnızca Kara Elflerin duyabileceği şekilde fısıldadı. Ancak, bunu yapmasına gerek yoktu.
“Bunu zaten biliyoruz patron. Şu anda bizimle konuşma. Tek bir damlayı bile israf etmemeye odaklanmalıyız.”
Kara Elfler, ölü mananın tek bir damlasını bile boşa harcamamak için yüzlerinde gülümsemeyle zaten çok çalışıyorlardı. Çabaları sayesinde kıyılar hızla arınıyordu.
Büyük miktarda ölü mana, Kara Elflerin gülümsemeyi kesememesine neden oldu.
Bunu bilmeyen askerler, bakışlarını güney kulesine odaklarken Kara Elflerin sıkı çalışması karşısında duygulandılar.
Daha sonra güney kulesinin kapılarına bakmak için döndüler.
Roan Krallığının halkı açık kapıdan görülebiliyordu.
“…O ışığı her gördüğümde şaşırıyorum.”
“Ben de.”
Kapının diğer tarafından beyaz bir ışık geliyordu.
O kutsal beyaz ışığın dokunduğu kişi ayağa fırladı ve birinin önünde eğildi.
“Çok teşekkürler.”
“Bir şey değildi.”
Yakışıklı adamın nazik gülümsemesi de kutsal görünüyordu.
“Komutan-nim’in çağırdığı bir rahip-nim olduğunu mu söylediler?”
“Evet, normal askerleri iyileştirecek birine ihtiyacımız olduğunu düşündüğü için onu buraya getirdiğini söylediler.”
Rahibin gözlerinde bir yara izi olmasına rağmen, korkutucu görünmek yerine zayıf görünen adam, Caro Krallığının askerlerini iyileştirmek için çok çalışıyordu.
Kara büyücü de ona çeşitli görevlerde yardım ediyordu.
Yakışıklı rahip, bir sonraki hasta gelmeden önce Mary’ye fısıldarken seğiren dudaklarının köşelerine dokundu.
“Leydi Mary, ne zaman… ara verebileceğim?”
“Emin değilim.”
Pendrick şu anda kendini insan gibi göstermek için Tasha’nın sihirli cihazını kullanıyordu. Çaresizlikle Mary’ye baktı, ama o sertti.
“Genç efendi-nim, yemeklerinizi ödemek için uygun olduğunu düşündüğünüz her şeyi yapın dedi. İyi şeyler yapabildiğim için mutluyum.”
Mary sadece gerçeği ve kendi duygularını dile getiriyordu, ancak Pendrick onun mekanik sesini farklı duydu.
‘İyi bir şey yaparken gerçekten ne kadar çok çalıştığını mı düşünüyorsun?’
Mary’nin niyeti bu olmasa da Pendrick’in yüzü daha da solmuştu. Mary’nin mekanik sesinin soğuk olduğunu hissetti.
– Hey Elfie, çalışalım! İnsanlara yardım etmek eğlencelidir! Hadi herkesi birlikte kurtaralım!
Kafasının içinde Raon’un bitmek bilmeyen beynini yıkayan başıboş konuşmaları vardı. Raon, Cale onları korumasını söylediği için görünmez olarak ikisinin yanındaydı.
Tabii ki Raon bunu kabul etmişti çünkü Choi Han ve Eruhaben, Cale’in muhafız şövalyeleri olarak hizmet ediyorlardı.
“Ha, hahaha-”
Pendrick sıradaki hastayı selamlarken yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. Ancak sorun, iyileşmiş bir hastayı görmekten mutlu olan bir rahip gibi görünmesiydi.
Bunu bilmesinin hiçbir yolu olmayan bir asker ona hayranlıkla baktı. Sonra başka birini düşündü.
” Roan Krallığından bir rahip-nim burada bize yardım ediyor ama piskopos kaçtı.”
“…Heh, nasıl kaçtığını gördün mü? Işık oklarından kaçarken kıçlarını gördüm. Işığa hizmet ettiğini iddia eden insanlar için bu yaptıkları çok fazla değil mi!”
Bir asker inanamayarak başını salladı.
“Ve hepsi bu da değil. Savaştan sonra geri çekildiler ve insanları iyileştireceklerini iddia ettiler, ancak yalnızca şövalyeleri veya daha yüksek rütbeli insanları iyileştirmeye istekliydiler. Sıradan askerler için yaptıkları tek şey üzerlerine bir sargı bezi atmaktı.”
“Kesinlikle. Sargı bezlerini bile majesteleri şiddetle savunduğu için verdiler.”
Askerlerden biri öfkeyle küreğini yere sapladı.
“Bağışlarımızı alırken çok hızlılardı ama kaçarken daha da hızlıydılar! Pis piçler!”
“Hey! Mantıklı ol. İnananlar seni işitirlerse sana kızarlar.”
Asker, arkadaşının sözlerini duyunca daha da sinirlendi.
“Ben de o inananlardandım!”
Öfkesinin nedeni, Güneş Tanrısına inananlardan biri olmasıydı.
“Tanrımızın sözüne güvendiğim için asker olmaya gönüllü oldum! Güneş Tanrısı öyle yapmamı söylediği için! Karanlık bize yaklaşırken öne çıkmamı ve ışık olmamı söyledi! Orduya katılmamın ve ailemin benimle bu kadar gurur duymasının nedeni buydu!”
Arkadaşı, hırıltılı askeri sakinleştirmek için hiçbir şey söyleyemedi. Tek yapabildiği, başını omzuna koyan askeri okşamaktı.
“Neşelen. Güneş Tanrısı bu topraklara ışık saçıyor çünkü senin gibi insanlar var.”
“…Bir tanrıya inanmasan da tam olarak ne söyleyeceğini biliyor gibisin.”
“Bu kadarı bir şey değil.”
Asker, arkadaşının sözlerini duyduktan sonra kıkırdadı ve başını tekrar kaldırdı. Hala rahibin daha fazla askeri iyileştirdiğini görebiliyordu.
“…Bu rahip-nim hangi kilisenin üyesi?”
“Ah! Duymadın mı?”
“Ne hakkında?”
Asker şaşkınlıkla arkadaşına baktı. Arkadaşı hızla ortalıkta dolaşan bilgileri paylaştı.
“Birçok insan ona hangi kilisenin üyesi olduğunu sormuş. Sadece sessizce elini kaldırmış ve…!”
“Ve?”
Arkadaşı parmağıyla işaret etti.
“Sadece gökyüzünü işaret etmiş ve hiçbir şey söylemeden gülümsemiş.”
“Gökyüzü mü?”
Başını göğe kaldırdı. Mavi gökyüzünü ve güneşi görebiliyordu.
Evet, güneş. Parlak güneş yukarı bakmayı zorlaştırıyordu.
“…Her neyse.”
Başını salladı, ancak yine de güneş kadar parlak bir ışık yayan rahibe baktı. Rahibin gülümsemesi parlak ışıkla çok doğal bir şekilde uyumlu gibiydi.
“Ah! Görünüşe göre aynı zamanda başka bir şey de söylemiş. ”
“Ne demiş?”
Cevap veren arkadaşına bakarken atan kalbini bastırdı.
“ ‘Ulu varlık der ki, ışık karanlıkta parlar, paylaşsanız da küçülmez. Karanlığı aydınlatan bir ışık yakında dünyaya gelecek. Ben sadece o anı beklerken ışığı insanlarla paylaşıyorum.’ Demiş.”
Askerin ifadesi arkadaşının yanıtını duyduktan sonra tuhaflaştı.
Güneş Tanrısı Kilisesinin öğretilerini hatırladı.
< Güneş karanlığı bulur ve üzerine ışık saçar. Güneş, ışığını tüm yaşam formlarına yayacak kadar büyüktür. >
Asker kalbinin çılgınca attığını hissetti. Arkadaşı daha sonra omzuna vurdu.
“Haydi. Artık işimizin başına dönelim.”
“…Elbette.”
Asker küreğini alıp başını kaldırırken arkadaşı işine geri döndü. Duvarın ötesindeki merkez kuleyi görebiliyordu. Güneş şu anda kulenin tepesinden görülebiliyordu.
“…Güneş.”
Asker tekrar kürek vurmaya başladığında Güneş Tanrısını düşündü. Üzerine parlayan güneşi hissedebiliyordu.
* * *
Öte yandan, üzerinde güneş parlasa bile hala soğuk olan bir alan vardı.
İçerideki masa lezzetli yemeklerle doluydu. Böyle bir ziyafet vermek savaş sona erdiği için mümkün olmuştu ama bir yandan da bu toplanmanın önemini de simgeliyordu.
Ancak, Caro Krallığının veliaht prensi Valentino ile ilgili bir şeyler tersti. Önünde bu ziyafet varken bile bir şey söylemiyordu.
Önündeki çorba da soğumuştu.
Valentino birine bakarken çorbaya aldırmadı.
Karşısında oturan Cale Henituse’ye bakıyordu.
Cale bir sorun yokmuş gibi yemek yemeye devam ediyordu.
Muhafız şövalyeleri bile odanın dışındaydı, bu yüzden masada sadece ikisi vardı.
Cale yemeye devam ederken çok asil bir hava yayıyordu.
Ancak Valentino’nun elleri o kadar titriyordu ki, bir kaşık veya çatalı bile sabit tutamıyordu.
Titreyen elleriyle tutabildiği tek şey çatalın yanındaki bıçaktı. Bir bıçak. Valentino’nun şu anda bakışlarının odak noktası buydu.
“…Yani, bana diyorsun ki.”
Valentino tereddütlü bir şekilde konuşuyordu.
Çorba kâsesinin yanındaki belgelere tekrar baktı.
“Ölü mana bombaları İmparatorluk tarafından mı yaratıldı?”
Cale karşılık vermeden yemeye devam etti. Valentino konuşmaya devam ederken buna gücenmedi.
“İmparatorluk ve Yenilmez İttifak aynı tarafta mı?”
Valentino yavaşça kaşlarını çatmaya başladı.
“Ama İmparatorluk yine de bize asker mi gönderdi? Ve o piç Adin de beni desteklemeye mi geldi?
Adin.
Mogoru İmparatorluğunun İmparatorluk Prensi.
Cale, Adin’in adı geçtiği anda başını kaldırdı.
Cevap verirken Valentino ile göz teması kurdu.
“Lütfen yiyin. Savaşmak için karnınızın dolu olması gerekir.”
Sonra başını geriye atıp yemeye devam etti.
Valentino, Cale’e bakarken hiçbir şey söyleyemedi.
İlk başta Cale ve Roan Krallığının yalan söylediklerini söylemek istemişti. Sağladıkları belgelere başta inanmak zor gelmişti ve onlara İmparatorluk ile Caro Krallığı arasındaki iyi ilişkiyi bozmamalarını söylemek istemişti.
Roan Krallığı, Caro Krallığına çok yakın değildi. Böyle bir krallığın sözlerine körü körüne güvenemezdi.
Ancak Valentino önce düşünmeden bir şey söylemezdi ve bir süre sonra başka bir yönden düşünmeye başladı.
Roan Krallığı, Caro Krallığı ile en benzer durumda olan krallıktı.
Cale’in solgun yüzünü de görebiliyordu.
Valentino başını çevirdi.
Kıyılarda Kara Elfleri ve Roan Krallığının insanlarını görebiliyordu. Temizliğe yardım ediyorlardı ve ayrıca bir rahibin ve kara büyücünün sıradan askerleri nasıl iyileştirdiğini de duymuştu.
Ayrıca, Cale ve kılıç ustası neredeyse ölecekleri, şiddetli bir savaşa girmişlerdi.
Henüz Cale’e ateşli yıldırım hakkında soru sormayı başaramamış olsa da, Cale’in kalkanının tamamen farkındaydı. Böyle güçlü bir insan bu süreçte yaralanarak Leona Kalesini korumuştu.
Valentino yavaşça kaşığını aldı.
Sonra konuşmak için ağzını açtı.
“Evet. Savaşmak için tok olmalıyız.”
Cale başını kaldırdı ve Valentino’nun bakışları bıçağa yöneldi.
“Kılıçlarımızı havaya kaldırmak için tok olmamız gerekiyor.”
Çat.
Ancak Valentino kısa süre sonra kaşığı geri bıraktı. Sonra çorba kâsesini eline aldı ve içmeye başladı.
Tamamen sınıfsız bir hareketti.
Çat!
Valentino, Cale’e bakıp konuşmaya devam ederken boş kâse masanın üzerine geri konulmuştu.
“Acıktığında her şeyi yiyebilirsin. Çaresiz de kalabilirsin.”
Valentino acıkmıştı.
Bilgi, güç, adaletsizlik duygusu, öfke ve ihanet. Bütün bunlar onu acıktırıyordu. Boş midesini doldurması gerekiyordu.
“Komutan Cale, veliaht prens Alberu ile gizlice konuşmak istiyorum.”
“Elbette.”
Cale, bıçağını aldı ve karşılık verirken bir parça biftek kesti.
“Aç karnınızı dolduracak, majesteleri.”
Valentino, yudumlarken Cale’in tabağındaki parçalara ayrılan bifteğe baktı. Ardından Cale ile bir kez daha göz teması kurdu.
İkisi de gülümsemeye başladı.
Bir taraf intikam almayı düşünürken diğeri İmparatorluğu ve kiliseyi bir set halinde havaya uçurmayı düşünüyordu.
Farklı düşüncelere sahip olan iki kişi de ışıl ışıl gülümsüyordu.
h3><< Previous Chapter | Index | Next Chapter >>Bookmark (0)